26 Kasım 2014 Çarşamba

Çocuksuz Dostlarıma İthafen

Bir anne olarak, bazen kendimi "fazla yüklenilmiş" hissediyorum. Çocukların hastalıkları, uyku düzenleri, kavgaları, iştahsızlıkları derken; kendim adına hiç bir şey yapamadığımı fark ediyorum. Spora ya da bir kursa gidecek, yazı yazacak, hatta kitap okuyacak halim bile kalmıyor. İşte bu zamanlarda can dostlarla bir araya gelip dışarıda olan bitenden haberdar olmak, iki laf edip kıkırdamak bana ilaç gibi geliyor.

Benim gibi anne olan arkadaşlarımın yeri ayrı tabii ama çocuksuz olup; birbirimizden çok farklı hayatlara sürüklenmiş olsak da; gündemlerimiz çok farklı olsa da vefalı olan, halden anlayan, destek olan bekar ve çocuksuz arkadaşlarım özel bir teşekkürü hak ediyorlar. Hele, çocuklu buluşmayı kabul edip, çocuk gürültüsü ve koşuşturmacasına canla başla göğüs gererek, uyku düzeni-çocuk hastalıkları-yemekleri gibi kendisiyle çok alakasız konuları ilgiyle dinleyen, yükümü hafifleten, günümü renklendiren kızkardeşim ve can arkadaşlarımın hakkını ödemem çok zor.

Çocuksuz olup bu anne muhabbetlerine maruz kalmak zor olabiliyor bazen biliyorum. Yaşıtlarım ve arkadaşlarım arasında ilk evlenenlerden olmama rağmen, evli ve çocuklu annelerle sohbet etmeye çalışmanın bir bekar için ne denli tuhaf olabildiğini çok iyi biliyorum. Benden 9 yaş büyük eşimle ilk tanıştığım zamanlarda, onun arkadaşlarının çoğu anne olmuş ve benim o zamanlardaki hayatımdan bambaşka bir hayat sürüyorlardı. Hepsini ayrı ayrı çok sevsem de, bir araya geldiklerinde oluşan gürültülü sohbetleri kafam pek almazdı ne yalan söyliyeyim :) O karmaşada kulağıma sürekli "çocuk, bakıcı, kadın, temizlik, yemek" gibi bilinmeyen kelimeler çarparken ben nezaketimi bozmadan konuyla ilgilenmeye çalışırdım :)

Zamanında benim durumumda olan, henüz anne olmamış arkadaşlarımı çok iyi anlıyorum. İşte bu yazıyı o değerli arkadaşlarıma ithafen yazmak ve onlara bıkıp usanmadan yanımda oldukları ve eski ben'i kaybetmememe sebep oldukları için teşekkür etmek istiyorum.

Kiymetlilerim


İyi ki varsınız! Can simidi görevi gördüğünüz, günümü şenlendirdiğiniz, anneliğin dışında da bir hayat olduğunu bana hatırlattığınız için çoook teşekkür ediyorum! Bunaldığım anlarda yeniden şarj olmamı sağlayan, hayatın farklı yönlerini gösteren ve  beni neşelendiren dostlarım! Cansınız! Dilerim mutluluklarımız paylaştıkça artar. Sizi çok seviyorum.


Hadi şimdi bonibonlarımın yanına dönüyorum, görüşürüzz :)



Sevgiyle...

İpek

3 Kasım 2014 Pazartesi

Erkek Çocuklarda Silah Merakı

Bonibonlara hamileyken cinsiyetlerini öğrendiğim gün, "iki erkekle nasıl başederim?" diye düşüncelere dalmış bir restoranda otururken; yanıma 4-5 yaşlarında bir erkek çocuğu geldi. Onca insan arasından neden beni seçip esrarengiz bir şekilde yanımda belirdi bilmem ama boyundan büyük ve hayli gerçekçi bir tüfeği burnuma doğru doğrultarak "dışınnn vurdum seni!" dedi. Dalgınlığımdan sıyrılarak "Ahhh vuruldumm!" diye dahil ettim kendimi oyununa. Bana sırtını dönüp annesinin yanına giderken "bu erkek çocuk oyuncakları da ne sevimsiz! Ben asla silah almam!" diye geçirdim içimden.
İlk defa geçtiğimiz yaz yani 2,5 yaşlarındayken su tabancasıyla tanıştılar. Eren gayet masumane ve afacan tavırlarla etraftakileri ıslatma peşine düşmüş ve muzip tavırlarıyla hepimizi kahkahalara boğarken Yaman'da durumun pek aynı olmadığını hissettim. O bakışlar, o nişan alma ciddiyeti, o korkutucu bakışlar... Basbayağı zevk alıyordu silahla oynamaktan! Ciddiye almadım, "çocuk işte" dedim ve gülüp geçtim.
Nişan alllllll- ateşşşşş

Eren etrafa baloncuklar saçıyorken,
Yaman kardeşine direktifler veriyor







Bir kaç gün sonra bir arkadaşlarının elinde baloncuk tabancası gördüler. Çok eğlendiklerini görünce biz de bir şekilde alma gafletinde bulunduk. Eren yine etrafa saçtığı baloncukları neşeyle patlatırken, Yaman ise karşısındakine nişan alıp kendini oyuna kaptırarak sağa sola "ateşşşş" ediyordu.








Boyundan büyük silahıyla Yaman
Zombileri yok ediyor.
Yazlıktan İstanbul'a döndüğümüzde ise çoğu alışveriş merkezlerinde bulunan o  çocuk eğlence merkezlerine gittik. Gel zaman git zaman, farkettim ki Yaman Bey'imiz jetonlu trenlere, arabalara binmek yerine silahlı bilgisayar oyunlarının karşısında Zombilere ve "kötü adam"lara ateş ediyor. Hatta eve geldiğimizde de eline geçirdiği her nesneye (küçük kağıt parçası, ekmek parçası, kurabiye ne varsa) silah muamelesi yapıp "dışınnn dışınnn" geziyor.

Üstelik hiç de kavgacı, hırçın bir çocuk olmayan; tersine, sarılmalara doyamayan, sevgi sözcüklerini ağzından düşürmeyen oğlumun bu tarz oyunlara karşı neden böylesi bir ilgisi olduğunu ve ne yapmam gerektiğini araştırmaya koyuldum. Okuduğum türlü makalelerde bir çok farklı sav gördüm. Vardığım nokta; Yaman'ın kahraman olmaya ve iyi insanları korumaya karşı bir tavrı var. Nerden ve nasıl bu bağlantıyı kurdu bilmiyorum ama silahı "güç" ve "kahramanlık" olgularıyla bağdaştırmış sanıyorum.


Erkek çocuklardaki "avcı, savaşçı" bir genetik özellikten midir, şiddete yönelten çevresel faktörlerden midir bilmem ama nedeni her ne olursa olsun, silah sevdasından vazgeçirmem gerektiğini düşünerek, taktikler araştırmaya koyuldum.

İşte Silah Sevdasından Kurtulmak için bir kaç taktik
- Önce rahat bir nefes alın; çocuğunuz silahlara düşkün diye ileride de şiddet yanlısı silah meraklısı bir yetişkin olacak diye kanıtlanmış bir şey yok. Paniğe kapılmayın :)

- Silahla oyun oynamasını yasaklamayın. Hemen hemen bütün psikologlar silahla oynamaya tamamen karşı ancak yasaklamanın da doğru olmadığını söylüyorlar. Zira yasaklanan şey çok daha cazip hale gelip, çocuğun ilgisini daha da kışkırtabiliyor.

- Çocuğunuzla konuşun. Ona "oyuncak silahlarla oynayarak eğlendiğini anladığınızı ama aslında gerçek silahların hiç eğlenceli olmadığını hatta çok tehlikeli olduğunu" söyleyebilirsiniz. Çocuğunuz oyuncak silahını size doğrulttuğu zaman "bundan hoşlanmadığınızı" söyleyebilirsiniz.

- Çocuğunuzun şiddet içeren çizgi film ve haberlere maruz kalmamasına dikkat edin.

- Gerçeğe benzeyen oyuncak silahlar bulundurmayın.

- Silahlı bilgisayar oyunlarından uzak durmaya çalışın veya çocuğunuz bu tarz oyuncaklarla oynarken onu "yüksek skor yaptığı, çok iyi nişan aldığı" gibi sözlerle yüreklendirmeyin. Hele ateş ettikçe bilet vs gibi ödül veren oyunlardan uzak tutun. (işte biz en başında tam bu noktada yanlışa düştük ne yazık ki. Yaman hedefi her vurduğunda, her ateş edip yüksek skor yaptığında ona şakşakçılık yaptık. Öyle eğleniyordu ki biz de körükledik galiba...)

- Oyun eğlence merkezlerinde silahlı bilgisayar oyunlarından ziyade diğer oyuncakları oynarken ona eşlik edin, oyununa dahil olun.

- Görmezden gelin. Çocuğunuz silah oyunları oynarken ilginizi ona yöneltmeyin. Siz onunla ilgilendikçe oyununa dahil oldukça, sizin ilginizi kazanmak için davranışını sürdürebilir.

- Birlikte oynayabileceğiniz farklı ve yeni oyunlar edinin.

- Doğru değerleri çocuğunuza aktarmayı deneyin. Uzmanlar okul öncesi çocuklarda silaha olan merakın genelde insan ilişkilerindeki "güç" kavramını çözmeye çalıştıklarını düşünüyorlar. "Kötü adam"ları yok ederek çevrelerindeki dünyayı kendilerince kontrol altına aldıkları ve güven sağladıklarını düşünürlermiş. Uzmanlar bu noktada çocuklarımızla konuşarak sorunları çözmenin çok daha zararsız ve etkili yollarının olduğunu anlatmamızı öneriyor.

- Bu şekilde konuşmak etkili olabilir belki ama ben bonibonlarla iletişimimi genelde teatral oyunlar kurarak sağlıyorum :) Tiyatro oynar gibi oyun oynuyoruz yani... Kötü adamları uzaklaştıran kahramanlar oluyoruz mesela... Ama silahlarla değil farklı yöntemlerle yeniyoruz kötüleri :) Oyunlarımızın içinde hala "silah"ı çözüm olarak kullanmak isteyen bir bonimiz var şimdilik ama onun da tez vakitte uydurduğumuz daha etkili çözümlerle  ikna edileceğini umuyorum... Polis mi çağırırsınız, kötü adamlarla konuşur uzlaşır mısınız bilmem de silahla ateş etmemeye dikkat edin derim :)


Özellikle 3-6 yaş aralığının çocukların geleceğini belirleyecek değer yargılarını edinmekte çok önemli olduğunu düşünürsek;  daha huzurlu ve barış dolu yarınlar için bize çok iş düşüyor.


Sevgiyle...




9 Mayıs 2014 Cuma

Doktorlar için "Erken", Benim için "Geç Bile Kalmış" bir Doğum Hikayesi

Yarın anneler günü. Hamile olarak geçirdiğimi de sayarsak, bu benim bonibonlarımla geçireceğim 4. anneler günüm :) Bebeklerimin kucağıma verildiği, mutluluktan katılarak ağladığım o anı tarif etmemin imkanı yok. Hayatıma daha önce hiç tanışmadığım bambaşka bir duygu seli girdiğini anlamıştım. Böylesine bir duygu kesinlikle kutlanmayı hakkediyor, hem de bir gün değil her gün her an!

Ayrıca, yeni öğrendim; meğer tüm dünyada son 3 senedir prematüre doğum yapan annelerin yaşadıklarına dikkat çekmek için Anneler Günü'nden 1 hafta önce "Erken Anneler Günü" kutlanıyormuş. Kutlamalara bayılan bir insan olarak bu fırsatı kaçıramazdım tabi :) Malum, ben de çoğu ikiz annesi gibi bebeklerine erken kavuşanlardanım. İşte tüm bu katmerli anneler günü heyecanıyla günlerdir bonibonların doğumunu düşünüyor, anılarımı kurcalıyorum. Unutacağımı sanmam ama her zaman yazmakta fayda var dedim ve işte...


Erken Doğum Hikayem ve Preeklempsi

Çoğul gebelikler tıbben "riskli veya riski yüksek hamilelik" kategorisinde değerlendirildiğini biliyorsunuzdur. Ben de, daha hamile olmadan önce ikiz gebeliğin olası riskleri konusunda hatrı sayılır bilgiye sahip olmuştum. Erken doğum, bebeklerdeki sağlık problemleri, yüksek tansiyon (preeklempsi), rahim ağzı yetersizliği ve nicesini göğüslemeye hazırdım. Tüm bunların bilincinde olarak, her adımımı bebeklerimi düşünerek attım, her lokmayı onları düşünerek yedim. Bütün özverilerime rağmen, 32. haftadayken muayenemde serviks (rahim ağzı)te kısalma başladığını söyleyen doktorum beni erken doğum olabileceği konusunda bilgilendirmiş ve olası bir erken doğumda bebeklerin akciğerlerinin gelişimini tamamlamış olmasını sağlamak için bir iğne olmamı önermişti. İğne vurulmak için hastaneye giderken karnımın düzenli zaman aralıklarıyla kasıldığını gördüm. Hastaneye gittiğimizde ise, erken doğum sancılarımın başladığını öğrendik. Henüz 32. haftadaydık ve bebeklerim çok minikti. Erken doğumu önlemek ve sancılarımı kesmek için 4 gün boyunca hastanede kaldım ve serum aldım. Eve döndüğümde ise yataktan çıkmamaya yeminliydim.

Çok şükür o an için erken doğum riskini başımızdan savmıştık. Fakat evde yaptığım düzenli tansiyon ölçümlerimde tansiyonumun hep yüksek olduğu dikkatimi çekti. Büyük tansiyonum 14-15 gibiydi genelde. Doktorum, heyecanlı kişiliğim, panik atak geçmişim ve daha tansiyon aletini gördüğüm anda çılgına dönen kalbim nedeniyle yükseldiğini düşünüyor, önemli bir şey olabileceğini düşünmüyordu. Kilo artışımın çok olmaması (tüm hamileliğim boyunca toplam 9,5 kilo almıştım) ve hiç ödem olmaması sebebiyle akla hiç preeklempsi olasılığını getirmiyorduk. Yine de emin olmak adına kan tahlili yaptırmaya karar verdik. Sonuçlar yanıldığımızı işaret ediyordu, malesef preeklempsi ile karşı karşıyaydık.

O gün, 23 Eylül 2011'de tahlil sonuçlarını aldığımızda 34 hafta 4 günlük hamileydim. Doktorum beni aradı ve 1 saat içinde muayenehanede olmam gerektiğini, acil olarak bebekleri görmek istediğini söyledi. O an tansiyonum muhtemelen 20'lere çıkmıştı. O muayanehaneye nasıl gittiğimi, koca göbeğimle tüm bedenimin nasıl zangır zangır titrediğini anlatamam. Yapılan ultrasonda bonibonların artık beslenemediği ve preeklempsi nedeniyle bebeklerin zehirlenme riski olduğu, acilen doğuma alınmam gerektiğini söylediler. Hatta eve gitmeme izin verilmedi bile, hemen hastaneye gittik.

Erken Doğumda Hastane Seçimi

Erken doğum riskini öğrendiğimizden beri hangi hastanenin bebek bakım ünitesi iyi, hangi hastane erken doğum konusunda başarılı araştırıyorduk. Malum, erken doğum yapacak bir anne baba adayı için hastaneye karar vermek için en önemli kriter, erken doğan bebek yaşam oranı ve yoğun bebek bakım üniteleri. Bir bebeğin küvözde kalmasının günlük masrafı oldukça yüksek. Hele iki bebeğiniz varsa masrafınız dudak uçuklatan cinsten... Ancak elbette o anda gözünüz masraf filan görmüyor, bebeklerinizin sağlıklı şekilde doğmalarından ve yaşama tutunmalarından başka bir şey istemiyorsunuz. Tek dileğiniz bebeklerinizi sağlıkla kucağınıza almak ve hep beraber maaile evinize dönmek... Ne yazık ki çoğu hastanenin erken doğumlara ticari kazanç gözüyle baktıklarını üzülerek öğrendik. Çoğu hastane, prematüre bebekleri sağlıkları iyi durumda dahi olsa önlem amaçlı ya da gözlem yapma bahanesiyle kuvöz bakımına alıyordu. Genelleme yapmak yanlış olabilir belki ama etrafımızdaki tecrübeleri hatta kendi doktorumuzu da dinledikten sonra, anne babaların hassasiyetlerinin sömürüldüğüne ve gereğinden çok yüksek fiyatlandırmalar yapıldığını öğrendik. İşte biz de bir yandan tüm bunları araştırıyor, bir yandan da doğum yapabileceğimiz hastaneleri düşünüyorduk. Hatta bir tarih belirleyerek bir hastaneye rezervasyon bile yaptırmıştık.

Doktorumuzun bebekleri acil olarak alması gerektiğini, muayenehaneden doğruca hastaneye gitmem gerektiğini söylediği ana kadar hangi hastaneye gideceğimize tam karar vermemiştik bile. Rezervasyon (!) yaptırdığımız hastane uzak ve rezerve ettiğimiz tarih ise bir iki hafta sonra idi. Doğumu yapacak olan doktorun tavsiyesi ve hastanedeki hemşire ve doktorlar ile olan ilişkileri de önemliydi. Dolayısıyla, hem yakın oluşumuzdan hem de doktorumuzun da çalıştığı bir hastane olmasından dolayı Kadıköy Florence Nightingale Hastanesi'nde aldık soluğu...


Ve Doğum...
Valizimi bile hazırlayamadan hastaneye gitmek zorunda kalmıştım. İlk iş İzmir'deki aileme ve arkadaşlarıma ertesi gün doğum yapacağımı bildirdim. Allahtan annem bir hafta önce gelmişti İzmir'den. Bir sürü zahmet, endişe, korku, heyecanla dolu tüp bebek tedavim sonucunda nihayet anne olacaktım. Bir yandan emin ellerde olmanın verdiği güven ve rahatlık diğer yandan bebeklerimin 34+5 günlük yani prematüre olarak doğacak olmalarının getirdiği endişeler."Kuvözde kalırlar mı, ne kadar kalırlar, eve bizimle dönerler mi?" gibi binbir soru kafamda... O gece tabii hiç uyumadım.
24 Eylül 2011 sabahında doğumhaneye alındım. Yüksek tansiyonum ve heyecanım sebebiyle doktorum doğumu genel anestezi ile yapmaya karar vermişti. Ameliyathaneye girdiğimde, kafasında rengarenk boneleriyle yüzleri gülen, insana güven ve enerji veren genç doktorlar hemşireler moralimi fazlasıyla düzeltmişti. Bir yandan benimle sohbet ediyorlar, bir yandan ameliyata hazırlıyorlardı, güle oynaya uykuya daldım... İki hemşirenin yanında uyandığımda ise kendimi tutamadan, gürül gürül ağlıyordum. İlk sorum "bebekler nasıl, kuvöze girdiler mi?" oldu... Hemşirelerin "ne kuvözü? İkisi de çok yakışıklı iki oğlunuz sizi bekliyorlar" dediklerinde hormonlardan mıdır, anestezinin etkisinden midir, karnımda hissettiğim o ağrıdan mıdır bilmiyorum daha da bir coşkuyla ağlamaya başladım sonra da zaten hiç durduramadım kendimi. Tüm  hatırladıklarım hep bir göz yaşı perdesi arkasından, hep flu... Hemşireyi elinde iki bebek ile kapıdan içeri girerken gördüğüm o an, hayatımın en ama en mutlu anı herhalde.
Hayatımın En Mutlu Anı


O anı öyle çok hayal etmiştim ki... Bebeklerimi kucağıma verdiklerinde ağlamaktan yüzlerini seçemiyordum ama "ne kadar küçükler" diye düşünmüştüm hatta birinin epeyce çirkin olduğunu aklımdan geçirmiştim :)) Sonradan hayretle öğrendim ki meğer kendime sakladığımı sandığım bu düşüncemi etrafımdakilerle de paylaşmışım :) Bu anestezi çok fena şeyler söyletebiliyor insana!

Anne Oldum!
1 dakika arayla önce Yaman'a sonra Eren'e ANNE olmuştum. Doğum anında Yaman bir kaç saniye nefes almakta ve ağlamakta zorluk çekmiş müdahale etmişler. Eren ise basmış çığlığı. Yaman 1.900 gr 44 cm, Eren ise 2.200 gr 47 cm idi. Küçük ama bir o kadar da güçlü ve azimliydiler. Hele Yaman tüm o küçük kırılgan görüntüsünün aksine son derece aktif ve yaşama hevesliydi, öyle ki beni beklerken kardeşinin burnunu emiyormuş :) İkisi de çok sağlıklıydılar çok şükür! 32. haftamda akciğerlerinin gelişmesi için yapılan iğne de fayda etmişti ciğerleri de gelişimini tamamlamıştı. Hiç kalmadılar kuvözde. Hep benim yanımdaydılar. Hastanemizin konforu ve bebek hemşirelerinin ilgisi öyle şımartan cinstendi ki, eve dönmek dahi istememiştim. 1 hafta boyunca hastanede kaldık, kiloları az olduğu için bebek doktorları bizi gözetim altında tutmak ve beni her konuda bilgilendirmek istedi. O 1 hafta boyunca adeta anne-bebek eğitim kursunda gibiydik. Emzirme, besleme, bebek bakımı, bebeklerin yıkanması gibi temel konularda hemşireler ve doktorlar bize gerçekten ders verdiler. Her şey harikaydı.


Ve işte 2 yıl 7 ay 15 gündür her gün şükrediyorum! Anne oldum! Doktorların deyimiyle "erken" bana göre "geç bile kalmış", tıp dilinde "düşük doğum kilosuna sahip" benim gözümde ise "minicik bedenlere gizlenmiş dev kahramanlar"dı bebeklerim. Birbirimize kavuşmak için acele etmiştik, çok da iyi etmişiz :) Şimdi tek duam bu mutluluğum daim olsun, sağlık mutluluk ve neşe hep bizimle olsun. Ve dilerim, bu muhteşem duyguyu tatmak isteyen her kadın, en hayırlı zamanda bebeklerine sağlıkla kavuşsun.

Bonibonlar 1 aylık



Tüm anneler ve anne adaylarını kutluyorum! Nice mutlu anneler günlerine...

Sevgiyle...





4 Mayıs 2014 Pazar

İkizler Arası Şiddetli Geçimsizlik

Aylardır yazı yazamamamın sebeplerinden biri başlıktan da anlaşılabileceği gibi Boni ve Bon arasındaki geçimsizliklerden kaynaklanan yorgunluğum... 2 yaş krizini doruklarında, her ikisi de birbirlerine üstünlüğünü ve çevresine bireyselliğini kanıtlama çabasındaki 2 erkek çocuk.
Haklarını yememeliyim, bizi bilenlerin de tahmin edebileceği gibi aslında Erenim de Yamanım da sevgi dolu ve uysal çocuklar... Birbirlerini kesinlikle çok seviyorlar. Yalnız kaldıkları zamanlarda birbirlerini çok özlüyor hatta isimlerini sayıklıyor ve ağlıyorlar. Ama bazen öyle anları oluyor ki bonibonluktan çıkıp adeta iki küçük "gremlin"e dönüşüyorlar. Birbirlerinin en iyi arkadaşı ve en ezeli rakipleri durumundalar.


YA BAŞ BAŞA YA SIRT SIRTA :)



İkizler veya üçüzler arasındaki ilişki normal kardeş ilişkisinden biraz daha farklı. İkizler ve üçüzler birlikte daha çok zaman geçiriyorlar, muhtemelen daha fazla şey paylaşıyorlar (odaları, okulları, öğretmenleri, arkadaşları). Bu durumda ister istemez doğal bir rekabet sürecine giriyorlar. Hele üstüne bir de iki yaş sendromu gelince; buyrun size içinden çıkması epey zor bir kaos ortamı ve sürekli desibeli de tansiyonu da yüksek bir ev!

Bizim evde genellikle kavgalar uyduruk bir oyuncak yüzünden patlak veriyor. O oyuncağın birebir aynısından bir tane daha olması sizi kurtarmıyor çünkü ne hikmetse illa "o oyuncak" isteniyor ve oyuncağı alamayan adeta elektrik çarpmışçasına kendini yerlere atıp katılarak ağlıyor, diğeri de sinsi ve hızlı adımlarla olay mahallini terk ediyor, hatta bazen olay yerinden uzaklaşmadan önce kardeşini bir güzel itiyor veya ne yazık ki tokatlıyor (Bu tokatlama işini de nasıl öğrendiler, nerden gördüler bilmiyorum, insan doğasının en ilkel savunma yöntemi bu korkarım, tamamen içgüdüsel). Neyse siz de "ağlayana şefkat mi göstereyim, diğerinin peşinden mi koşayım" diye düşünerek kalakalıyorsunuz.
Ağlayana şefkat gösterip üstüne düşseniz bir bakıyorsunuz en ufak bir tartışmada mağdur taraf aşırı ağlamaya ve konuyu dramatize etmeye başlıyor yani şefkatinizi ve iyi niyetinizi suistimal ediyor. Diğer tarafa bağırıp ceza verseniz bilinç altında açacağınız muhtemel yaralar ve vicdan azabınız cabası..

Peki aradaki rekabeti ve kavgaları minimuma indirmek için ne yapmak lazım... Okuduklarım, duyduklarım ve tecrübe ettiklerime dayanarak işte size bir kaç tavsiye:
 

Asla kıyaslama yapmayın. Birbirinden farklı iki şeyin olduğu her yerde kıyas doğal olarak var oluyor. Biri illa ki daha kısa biri illa ki daha uzun, biri illa ki daha kuvvetli biri illa ki daha zayıf, daha iştahlı daha iştahsız olacak elbet. İsterlerse tek yumurta ikizi olsunlar, onlar iki ayrı birey... Bir sürü farklılıkları olacak elbet. Unutmamak lazım ki hiçbir özellik birbirinden üstün değil, her bir özellik kendine özgü ve tek... Çocukları birbiriyle kıyaslamak, doğaları gereği zaten var olan rekabet duygusunu körüklemekten başka bir işe yaramıyor ne yazık ki... Çocukların kendini kanıtlama çabasıyla hırçınlaşmasına veya baskın taraf altında ezilmesine ve kişiliğini geliştirememesine sebep olabiliyor. Bunun yerine her ikisinin de üstün yönlerini keşfetmeli ve o yönlerini geliştirmek adına çaba göstermek gerekli. Kullandığımız sıfatları özenle seçmeli ve kesinlikle zayıflığı işaret eden sıfatlarla çocuklarımızı etiketlememeliyiz (daha zayıf, daha kısa, daha iştahsız, daha beceriksiz, daha korkak vs).

Sürekli beraber olmaları için ısrarcı olmayın, anneyle birebir zaman geçirmelerini sağlayın. Pedagogumuzun bize verdiği en önemli tavsiyelerden biri de buydu: her bir çocuğun anneyle birebir geçirdiği zamanları olmalı. İkizler her şeyi paylaştıkları gibi anne babalarını da paylaşıyorlar. Haklısınız, her kardeş anne babasını paylaşır ama aralarında yaş farkı olan kardeşlerde ikizlerdeki kadar aynı anda aynı ihtiyaçlarının giderilmesi söz konusu olmayabilir. İkizler gelişimleri gereği birbirleriyle aynı ihtiyaçlara ve aynı beklentilere sahiptir, birbirlerine göre daha olgun olmaları, daha anlayışlı olmaları beklenemez. Aralarında yaş farkı olan kardeşlerin hayatları da farklı olabildiği için, biri okula giderken ya da biri uyurken diğeri anne babasıyla yalnız kalabilir. İkiz annesinde sürekli aktif olan vicdan terazisi nedeniyle anne genelde hep ikiye bölünür dolayısıyla çocuklar da bir nevi "yarım anne"yle yaşar. Misal, birini yıkarken aklınız öbüründedir "aman öbürü düşmesin şaşmasın ağlamasın" der acele acele yıkarsınız. Ah ne özenirdim o uzun uzun bebeğine masaj yapabilen annelere... Ya da bebeğini göz göze elele emziren annelere... Ben hep sütüm öbürüne de kalacak mı aman o doydu mu bu çok mu içti diye düşünmekle emzirmenin keyfine varamadım. Oysa her çocuk birebir anneyle özel zamanlar yaşayabilmeli. Ben arada sadece birini alıp alışverişe çıkıyorum mesela. üm ilgimi ve enerjimi tek bir çocuğa verdiğimde onun bireysel kişiliğine katkıda bulunduğumu ve onun bundan çok mutlu olduğunu net olarak hissedebiliyorum. Her ikisiyle de bu birebir zamanları yaşamak, çocukların anne-babayı paylaşmak konusundaki rekabetlerini hafifletiyor. Dolayısıyla bizim ilgimizi çekmek için birbirleriyle yaptıkları kavgaları da azalıyor.

Farklı zevkler ve ilgi alanları geliştirmelerini destekleyin. Hiç bir çocuk birbirinin aynı değildir. İkizlerde de farklı ilgi alaları olabilir. Her ikisini aynı anda aynı aktiviteye zorlamak birinin ezilmesine sebep olabilir. Örneğin bizde Yaman resim konusunda çok ilgiliyken, Eren müzikle daha ilgili. Her ikisini resim yapmaya zorlarsam, Eren genelde sıkılıp Yaman'ın ilgisini dağıtabiliyor ve Yaman'ın sinirlenmesine sebep olabiliyor. Bu nedenle genelde farklı aktiviteler yapmalarını teşvik etmeye çalışıyorum. Kavgalar da azalıyor.

Kavga anında ilgiyi başka yere çekin. İşte annelerimizden anneannelerimizden yadigar etkili ve kolay silah: konuyu dağıtın. Öyle pat diye alakasız bir konuya atlamak bizimkilerde pek işe yaramıyor. Genelde benzer bir konudan konuya atlayıp, laf cambazlığıyla ilgilerini dağıtmam gerekiyor. Biraz çaba sarfediyorum ama sonuçta hep sükûneti sağlayabiliyorum :)

Saldırganı uzaklaştırın. Vuran, iten, üstüne bir şey atan ya da oyuncağı kapıp kaçan kimse önce onu kenara çekip konuşmak ve en basit cümlelerle sakin bir şekilde yaptığının yanlış olduğunu kısaca anlatmak fayda edebiliyor. Sonrasında ise mağdur olan kardeş ile ilgilenip, sakinleştirebilirsiniz. Bu çekişmeleri, özür dilemeyi ve affetmeyi öğrenmeleri için bir fırsat kabul edip bardağın dolu tarafını da görebilirsiniz.

Güzel davranışlarını yüceltin. Birlikte güzel vakit geçirdiklerini, beraber oynadıklarını gördüğünüzde mutlaka güzel sözler söyleyerek onları teşvik edin. Ben genelde böyle anlarda onların duyacakları şekilde başkalarına onların dedikodusunu yapıyorum. Örneğin o anda babalarına dönüp "görüyor musun birlikte ne kadar güzel oynuyorlar, ne kadar tatlılar, böyle güzel oynadıklarında çok mutlu oluyorum" diyorum. Mutlaka bize kulak kabartıyorlar ve takdir edilmenin mutluluğunu yaşıyorlar. Sonraki oyun zamanlarında da kaçak bakışlarla bir yandan bize bakarak takdir edilmeyi bekliyorlar.

Görev dağılımı yapın. Bu bizde çok işe yarıyor. Aynı araba için kavga ettiklerinde, bir müddet kendi hallerine bırakıp, meseleyi kendileri çözerler mi diye bekliyorum. Her seferinde büyük bir umutla bekliyorum ama genelde birinden biri kendini atıp ağlamaya başlıyor. İşte o noktada, olaya müdahil olup birlikte yeni bir oyun kurmalarına yardımcı oluyorum. Her seferinde farklı bir vahiy geliyor ve teatral bir oyun uyduruyorum. "Hadi Yaman sen şimdi araba satıcısı ol, biz de Eren'le müşteri olalım." diyorum mesela. Basbayağı bir tiyatro oynuyoruz sonra. Biri arabayı satıyor, öbürü para veriyor alıyor. Sonra diğeri satıcı oluyor. Ya da otoparkçı oluyor, biri getiriyor biri park ediyor.. Tamirci oluyor vs. Artık anne yaratıcılığı ne isterse :)

 
 Sonuç olarak, çoğu kardeş ilişkisinde olduğu gibi ikizlerde de kavga, kıskançlık ve rekabet hep gündemde. Anne babaların işi hiç kolay değil. Hele aynı anda 2 yaş krizine girmiş, kendini ispat etmeye çalışan 2 çocuğunuz varsa, hayatınızı kolaylaştırmak için bazı metodlarınız olmazsa, ruh sağlığınız tehlikeye girebilir. En önemli tavsiyeyi unuttum, anne ve baba olarak da mutlaka başbaşa kaliteli vakit geçirmeye çalışın. Vakit yaratın. Sizin de molaya ve enerji toplamaya ihtiyacınız var muhakkak.

Sevgiyle...

İpek