13 Haziran 2015 Cumartesi

İKİZLERDE UYKU

3,5 yıllık ikiz anneliği kariyerimde bana en çok sorulan soru bu oldu herhalde. Nasıl uyutuyorsunuz?
Bence çocuk gelişiminde en en en önemli nokta UYKU! İştahından, oyunundan ondan bundan daha önemli. Çünkü uykusunu alamayan çocuk ne yaparsanız yapın huysuz ve iştahsız oluyor. "Huysuz bebek yoktur, uykusuz bebek vardır" benim bu konudaki mottom.


Bilin bakalım kim bu uykucu Boni?
An itibariyle verdiğim tüm uyku eğitimleri, okuduğum kitaplar, dinlediğim seminerler ve uyguladığım metotların etkileri pufffff diye uçup gitmiş olsa da, uyku düzenlerinden son derece rahatsız olsam da ilk başlarda yaşadığım tüm sıkıntıları yenmiş ve bir düzen oturtabilmiştim. Şimdi de yine durumun üstesinden geleceğim biliyorum. Baltamı gömdüğüm yerden çıkardım, savaş boyalarımı sürdüm ve mücadele etmeye hazırım.

Ama dedim ki uyku meselesini iiiilk baştan bir ele alayım ki, eksik gedik bir şey kalmasın.

Bonibonlar doğduklarında 34 hafta 5 günlük idiler. İkizler için normal sayılabilecek bir hafta fakat tek bir çocuk olarak düşünürsek 5 hafta 2 gün erken doğdular. Bir bebeğin anne rahminde geçirmesi gereken 40 haftaya varamadık, kısa dönem hamilelik yapmış oldum. İlk doğduklarında Yaman 1.900gr, Eren 2.200 gr idi. Kuvöze girmediler ama 1 hafta hastanede kaldık ve doktorların hemşirelerin yakın ilgisiyle büyümeleri gözlendi. Hastane çıkışında çocuk doktorumuz bazı kilit noktalara değindi, ben de birebir uyguladım.

"Nasıl bir uyku ortamı sağlamalıyız?"

Loş ortam, hafif müzik, beyaz gürültü

Doktorumuz bonibonların erken doğduklarını, dolayısıyla anne rahminde geçirmeleri gereken 40 haftaya erişemediklerini, bu sebeple şu an onlara hala anne rahmindeymiş gibi davranmamız gerektiğini söyledi. Biz de onlar 40 haftalık olana kadar, yani 5 hafta 2 gün daha onlara anne karnındalarmış gibi muamele ettik. Odalarında hep loş ışık, beyaz gürültü, 23 derece sıcaklık olmasına dikkat ettik. Odalarından neredeyse hiç çıkartmadık, eve gelen misafirler bile odalarında ziyaret ettiler.  Işığı hiç tam açmadık. Yanlarında hep sakin, kısık sesli konuştuk. Tabletten indirdiğimiz "beyaz gürültü" uygulamaları sayesinde yanlarında hep anne rahmindeki sesleri andıran uğultulu sesler yayınladık. Henüz doğmamış bebeklermiş gibi davrandık. Onlar da mütemadiyen uyudular :)




"Aynı yatakta mı ayrı yataklarda mı yatırmalıyız?"
Aynı yatağı paylaşan boniler
Anne rahmi ortamı sağlamak kuralımız gereği, 35 haftadır yanyana dipdibe yaşamlarını sürdüren, birbirlerinin varlığına alışmış bonibonları yine aynı şekilde yan yana tuttuk. Tek bir karyolada, yüz yüze veya sırt sırta yattılar. Kuzularım yaa ay ne güzeldi o zaman! Birbirlerini kendilerinin uzantısı, herhangi bir uzvu sanıyorlardı sanki! Hani sanki Yaman'a göre Eren onun üçüncü kolu, Eren'e göre Yaman bir üçüncü bacak gibi filandı! Ahh yaa zalimsin zaman!
40. haftalarını tamamladıklarında, yani doğumlarından 5 hafta sonra yataklarını ayırdık. Herkes kendi yatağına yerleşti.

Odaları bir hayli büyüktü ama yatakları yanyanaydı hep (hala da öyledir). Yataklarının arasında sadece bir "ebeveyn sandalyesi" var. Bu yerleştirme, ikiz bebek bakımında püf noktalardan biri bence. Bu sayede, tek kişi iki bebeğe rahatlıkla bakabiliyor.

"Uyku düzenlerini nasıl yapacağız?"
Yeni doğan bebeklerde ilk 6 ay neredeyse mütemadiyen uyku uyuma ihtiyacı var diyebiliriz. Özellikle yenidoğanlarda 3 saat arayla beslenmenin sağlanması dışında sürekli uyku ihtiyacı var. Zaten 10-15 dakika beslenme dışında geri kalan saatlerini uykuda geçiriyorlar. 24 saatin 18 saati uykuda oluyorlar. Bu noktada özellikle ikiz bebekler için püf nokta şu: aynı anda uyusunlar, aynı anda uyansınlar. İkiz bebeklere tek bir bebekmiş muamelesi yapmak annenin hayatını kolaylaştırıyor! Kesin bilgi! Aksi takdirde, iki ayrı bebek için iki ayrı zamanda uyanmak, iki kere beslemek vs annenin giderek zombiye dönüşmesine olanak sağlıyor.

Peki biri uyurken, öbürü acıkıp uyanırsa? Öbürünü de mi uyandıracağız? Evet! Aynen öyle... Hiç "aman uyuyan çocuk uyandırılır mı?" demeyin, uyandırın! Bu şekilde ikizlerin biyolojik saatleri birbirlerine uyumlanmış oluyor ve tek bir bebek gibi davranmaya başlıyorlar. Gece aynı anda uyanan, aynı anda beslenen iki ayrı bebeğin bakımı ister tek kişi, ister yardımcı desteğiyle olsun, çok daha rahat oluyor.

"Emzik ve Kundak gibi destekler kullanmalı mıyız?"
Yenidoğan bebek reflekslerinden biri de Moro refleksi yani bebeğin ürkme refleksiyle birden kollarını yukarı doğru kaldırması, sıçraması biliyorsunuz. Bonibonlar da çoğu bebek gibi bu şekilde uyanabiliyorlardı. Ben bunu "kundaklama" ile aştım. Doktorumuz kundağa karşı değildi. Sadece doğru kundaklama yöntemi uygulamaya dikkat edildiği takdirde, kundaklanmanın bebeğe zarardan ziyade faydası olduğunu söylemişti. Zaten özellikle ikiz bebekler, anne karnında dar alana çok alıştıkları için sıkışıklıktan, sarıp sarmalanmaktan çok hoşlanıyorlar ve kendilerini anne rahminin güveninde hissediyorlar.
Emziği de kullandım ve uykuya dalmalarında çok da faydasını gördüm.
6 aydan sonra uyku arkadaşı olarak "tülbent" kullandım, hala da uyku örtüleri yani tülbentleriyle uyuyorlar.

"Uykuya geçmelerini nasıl sağlayacağız? Kucakta mı? Yatakta mı uyumalılar?"

Mama saati sonra uykuya yenik düşmüş baygınlar
Doktorumuz bize ilk 6 ay çocukların kucağa alışmaları, şımarmaları mümkün değil, anne şefkatini, ten temasını hissetmeleri büyümeleri için gerekli olduğunu söylemişti. Kucakta ya da memede uyuyakalırlardı bazen, öylece yataklarına koyardık. Kucağımda ya da memede uyuyakalmaları benim için o zamanlar eşsiz bir mutluluk olsa da ileride başıma gelebilecek problemlerden bihaberdim o sıralar. 6 aydan sonra da kucağımda uyumalarına izin verdim. Hatta kucağımda uyutup öyle yataklarına bıraktım.
Fakat tek bir kucağım ve iki bebeğim olduğu için sürekli bir destek insana ihtiyacım vardı. 5 aydan sonra sürekli kucakta sallanarak uyuyan iki bebeğim olduğunda çok sıkıntı çektim. O yüzden annelere tavsiyem bebeğinizi kucağa alın elbet, doyasıya vakit geçirin. Ama bence, uykularının geldiğini hissettiğiniz an yani esneme, göz ovuşturma ya da herhangi bir sinyal aldığınız an onları yataklarına bırakın ve kendi kendilerine uyumalarını öğrenmelerine fırsat verin!

Ben, kendi adıma konuşursam bebeklerin ağlatılarak uykuya alışmaları taraftarı değilim. Ağlamalarına hiç gönlüm el vermiyor ama özellikle kucağa alıştıklarından sonra (6 aylıklardı) yatağa geçirene kadar ağladılar ama her seferinde kucağıma tekrar alıp, sakinleştirip, uyku moduna geçtiklerini hissettiğim an yatağa bıraktım. Yani kucağımda değil, yataklarında uykuya geçmelerini sağladım.

İlk 6 ay bebeklere uykuya geçmeyi öğretmek, uyku düzeni eğitimi vermek bence pek doğru değil. Bu süreçte yapılacak en önemli şey gece-gündüz ayrımını anlamalarını sağlamak. Bunun için biz, akşam saat 18:30'dan sonra karanlık ortam, gözgöze temastan kaçmak, konuşmamak, iletişime geçmemek gibi yöntemler kullanarak, gecenin farkına varmalarını sağlamıştık.

6 aydan sonra ise, uyku düzenini oluşturmak adına bazı uzmanlardan destek almıştım. Siz de;

  • Seride Samurkaç Karaç'ın Uyku Meleği web sitesinden ya da Türkçe'ye çevirdiği "İyi Uykular Tatlı Rüyalar" isimli Kim West'in kitabı
  • Uyku Danışmanı Pınar Sibirsky'nin My Kundak web sitesine göz atabilirsiniz.

6 aydan sonra dünyayı tanımaya olan ilgileri artan, uyanık kalma süreleri uzayan ve kucağa alışmış Bonibonlarımı nasıl yatakta kendi kendilerine uyur hale getirdiğimi ve bu süreçte döktüğüm alın terimi bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Peki siz 6 aya kadar ikizlerinizin ya da bebeğinizin uyku düzeninde nelere dikkat ediyorsunuz? Yorumlarınızı merakla bekliyorum.

Sevgiyle,

İpek





12 Mayıs 2015 Salı

Bakıcı Seçimi 101

Bildiğiniz üzere, çalkantılı bir bakıcı değişim sürecinden geçtik. Bonibonlar çok sevdikleri 1,5 yıllık bakıcı ablalarından ayrıldıktan sonra yerine gelen kimseye ısınamadılar. Şu geçirdiğimiz 1 ay boyunca sayısız ajans görüşmesi yaptım. Neler aradığımı, neye ihtiyacım olduğunu, neyi asla istemediğimi, vaziyetimizi anlatan cümleleri son hızla anlatabilecek kıvama geldim. Bir ikiz annesi olarak, yeni mezun bir insan kaynakları asistanından hallice olabilirim mesela.

Sonuç olarak hem şans, hem haftalardır süren arayışlarım sonucu sanki şu an aradığım bakıcı ablayı bulmuşum gibi hissediyorum. Gerçi ilk haftadan pek bir şey anlaşılmıyor ve her an her şey olabiliyor biliyorum ama yine de şu an için elimde gözünden yaraladığım bir turna kuşu var gibi gözüküyor. Aman maşallah diyeyim.

Bu aşamaya gelip rahat bir oh çekince dedim ki, şu bakıcı mevzuuna bir kaç önemli taktik paylaşarak son vereyim. (İnşallah.) Buyrun:

Bakıcı Adaylarıyla Görüşürken Dikkat Etmeniz Gerekenler:
İşte en önemli nokta; size uygun olduğu söylenen bir bakıcı adayıyla bir araya geldiniz. O kendini anlatacak, siz derdinizi anlatacaksınız. Peki hangi can alıcı soruları sormalı, nelere dikkat etmelisiniz. Herkesin aradığı, beklentileri başka tabii ama benim işime yarayan taktikleri paylaşayım:
  1. Sözü önce karşı tarafa verin. Kendini kısaca anlatmasını isteyin.
  2. Güleryüzlü ve iletişime açık olmasına dikkat edin.
  3. 
    Yeni ablamız Gülmira
    ile hamurumuz tuttu
    Deneyimlerini öğrenin. Mutlaka referans isteyin. Verdiği referansın doğruluğunu kontrol edin. Sosyal medya ve internet ortamı sağolsun, size verilen isim-soyismi Google Amcaya bir sorun. Referans ile görüşürken, aday hakkındaki artı ve eksileri sorun. Malum, her aile birbirinden farklı, bambaşka kültürler, hayat tarzları ve yapılar var. Konuştuğunuz referans kişinin beklentileri ve sizinkiler aynı olmayabilir, onun iyi dediği şey sizin için iyi olmayabilir. Olabildiğince ayrıntılı konuşarak, satır aralarını okumaya gayret edin. Sosyo kültürel olarak sizinkinden çok da uzak bir aile olmaması daha avantajlı bir durum.
  4. Ayrıntılara önem verin. Ufak ipuçlarını okuyun. Biraz hastalıklı bir durum gibi gözükebilir ama çaktırmadan ellerinin temizliğine, üst başının temizliğine, kıyafetine, oturmasına kalkmasına bakmanızda fayda var bence.
  5. Deneyimli olmasına dikkat edin. (Sizin için önemli bir kıstas değilse başka tabii)
  6. Neden çocuk bakmak istediğini öğrenin.
  7. Naçizane fikrim, gerçekten çocuk bakmak isteyen biri olmasına dikkat edin. "Temizlik de olur, hasta bakıcılığı da olur, ne iş olsa yaparım"cılardansa, gerçekten sevdiği ve istediği için çocuk bakıcısı olmak isteyen birinin performansı ve motivasyonu aynı olmuyor.
  8. Aynı ev içerisinde yaşayacağınızı düşünerek, evin diğer işlerine de yardım edip edemeyeceğini sorun. Bazıları görev tanımı olan çocuk bakıcılığı dışına çıkmıyor ve bir havlu ütülemeye bile yanaşmıyor örneğin. Sizi bilmem ama ben çocuklar okulda ya da uyuyorken odasına kapanıp, başka bir şey rica ettiğinizde surat asan biriyle pek yapamıyorum.
  9. Evinizde çok sık karşılaştığınız bir durumu anlatın ve "bu durumda siz ne yapardınız" sorusunu patlatın! Örneğin, "çocuklar oyuncak kavgasına tutuştu, kavga kıyamet havada uçuşuyor, ne yaparsınız" gibi...
  10. Daha önce çalıştığı işte gününün nasıl geçtiğini, neler yaptığını sorun.
  11. Siz bir günlük rutininizi anlatın. Neler yapıyorsunuz, nerelerde tıkanıyorsunuz, zorluk yaşıyorsunuz... Kolay yanları kadar zor yanlarını da mutlaka aktarın. Çizdiğiniz tablonunun onun gözünden nasıl gözüktüğünü sorun. Bazıları zaten bu durumda "kem küm" etmeye başlayarak rengini ele veriyor.
  12. Sizin için önemli konuları unutmayın. Örneğin, izin meselesi, seyahat edip edemediği, gece uykusu ve elbette maaş gibi önceliklerinizi açıklığa kavuşturun.
Gülmira Ablamız


İşte böylee... Tüm sorularınızı sordunuz, içinize sinen biriyle maaş ve diğer ayrıntılarda anlaştınız, işe başlayacağı güne karar verdiniz. Herşey tamam bakıcı bulma faslı sona erdi olmuyor tabii, eminim siz de biliyorsunuzdur. Görüştüğünüz insan, evde çocuklarlayken bambaşka olabiliyor.

10-15 günü bir deneme süreci olarak düşünün. Bu süre zarfında herkesin önem verdiği konular, dikkat ettiği hususlar ayrı olacaktır muhakkak. Ben ise bakıcı işe başladıktan sonra şu konulara dikkat ediyorum:



- Her anlamda eli çabuk, hızlı biri mi? Her ailenin kendine özgü bir ruhu, bir karakteri var malum. Örneğin bizim ev coşkusu, koşuşturması, enerjisi çok yüksek bir ev... Öyle mıy mıy mıy konuşan, ayaklarını yere sürüyerek yürüyen, ağır haraket eden birine dayanamıyoruz. Evin temposuna ayak uydurabilecek, pratik, coşkulu, hareketli biri olmalı.
- Coşkulu ve enerjik mi? Bonibonlar da kendileri gibi oyuncu, coşkulu ablaları seviyorlar... Kendileriyle aynı dili konuşamayan ablalar ne kadar iyi olursa olsun bonibonların beklediği o enerjiyi coşkuyu veremezse sonu ayrılık oluyor.
- Çocuklara yaklaşımı nasıl? İletişimi kuvvetli mi? Bence bakıcı anne karakteriyle çok zıtlaşmayan, çok farklılaşmayan biri olmalı. Siz şefkatli, yumuşak biriyseniz sert, kuralcı biri evde tutarsızlık yaratacak, çocukların aklını karıştıracaktır. Dolayısıyla, tarzı size yakın ya da bunu öğrenmeye yatkın biri ile devam etmelisiniz. Çocukları oyalayabiliyor mu? Oyun üretebiliyor mu? Dikkati açık mı? Bir dediğinizi bir kaç kere hatırlatmak zorunda bırakıyor mı? gibi gibi
- Eli gözü sürekli telefonda mı? Amannnnnn dikkat!
- Sürekli para sıkıntısından bahsedip avans istiyor mu? Ben artık bunlara da tahammül edemiyorum. Daha çalışmaya başlayalı 3 gün olmuşken avans isteyenlere de dikkat edin derim.

Bu liste uzadıkça uzar. Sonuç olarak kimse çocuğunuza sizin baktığınız gibi bakamaz orası tartışmasız bir gerçek. Fakat bazılarımızın hayatında bakıcı da bir gereklilik, hatta bir zorunluluk... En doğru bakıcı ile çalışmak biraz da şans işi. Ama yine de seçiminizi yaparken bu takım taktikleri kullanmak faydalı olabiliyor.Elbette herkesin kendine özgü dikkat ettiği kuralları, öncelikleri vardır. Peki siz genel değerlendirmenizi yaparken nelere dikkat ediyor, hangi kriterleri önemsiyorsunuz? Belki benim de gözden kaçırdığım ama kulağıma küpe yapmam gereken taktikler vardır...



Dilerim yolunuz hep iyilerle kesişsin. Sevgiyle...

İpek


7 Mayıs 2015 Perşembe

Panik Yok

Bonibonlar adıyla instagramda bir hesabım var belki biliyorsunuzdur. Bir nevi günlük gibi kullandığım, benimkilerin bonibonluklarını paylaştığım... Çoğu benim gibi anne olan takipçilerimle çocuklarımızın hikayelerini paylaşıp, annelik sürecinde yoldaşlık ediyoruz birbirimize...

Geçenlerde bir takipçim "İpek Hanım ne kadar paniksiniz hayata karşı... Biraz sakinleşseniz..." diye bir yorum yapmış bana. Şaşırdım. Ben kendimi hiç de panikteymiş gibi filan hissetmiyorum ama oradan bakınca öyle mi gözüküyorum acaba? Hani benim gibi anne arkadaşlara dert yanıp, yaşadıklarımı aktarırken bazı ayrıntıların komiklikliğini yansıtabilmek adına hafiften abartıyorum ya... İşte onlar yanlış mı anlaşılıyor acaba? Acaba gereksiz yere insanları korkutuyor muyum farkında olmadan... İşte şimdi aldı mı beni bir panik?!?

Gün geçtikçe kolaylaşacak diye ümit edip, zorluklarından yakındığımı duyunca hayal kırıklığına uğrayan, bana dert yanan anneler var bir de. Vallahi niyetim korkutmak değil. İşin özü şu, malum bakıcımız gitti, düzenimiz bozuldu ve normale göre "yaramazlığı" bol kepçeden kaçan bonibonlarla bazen biraz zorlanıyorum tabii. E normal herhalde. Ama yine de çok eğleniyorum ben! Vallahi eğleniyorum. Bardağın eğlenceli yanından bakarsanız, gülecek çok şey var aslında.
Diyeceğim o ki bozmayın moralinizi... Zorlaşmıyor ama boyut değiştiriyor. Kendini ifade etmekle kalmayıp fazlaca muzur bahaneler üretebilecek kadar dilimize hakim iki afacanla hergün yeni maceralar yaşıyorsunuz.

Kısaca, panikte olduğum filan yok meraklanmayın gayet iyiyim, çok yoruluyorum evet ama çok da eğleniyoruz biz. Minik ve komik ayrıntıları farkettikçe sizle paylaşmak istiyorum, maksadım benimle benzer durumları yaşadığını tahmin ettiğim ve çoğu zaman sinirleri yıpranan annelere bir doz gülümseme verebilmek. Çoğu zaman ağlanacak halimize beraber gülmemizi sağlamak. Ama yine de bundan sonra, olası yanlış anlaşmaları engellemek adına daha açıklayıcı olacağım söz!

Ve hemen taze taze yaşadığımız bir bonibonluğu aktarayım size bitirirken...

İşte korkunç Yaman

Yeni bir bakıcı başladı. Yaman kendisiyle bir türlü anlaşamıyor. Sürekli azarlıyor kadıncağızı, her fırsatta tersliyor.
Geçen akşam bir baktım Yaman kadıncağıza bağıyor:
"Hayır sana oradan çıkmayacaksın dedim!!Açma şu kapıyı!!!!"
Hayırdır ne oldu diye gidip bakayım dedim. Yaman ortada kahraman edasıyla geziyor.
"Abla nerde Yaman?"
"Bilmiyorum!"...
"Nur Hanııım?! Nur Hanıııım nerdesiniz?"
Sıkı sıkıya kapanmış tuvalet kapısının ardından sesi geliyor "Burdayıııııım"
"Haydaaa ne işiniz var orada Nur Hanım? Niye çıkmıyorsunuz?"



Neymiş ellerini yıkarken yardım etmek istemiş Yaman Beyimiz kızmış, ceza vermiş... Kadıncağız da bildiğin itaat etmiş bacak kadar çocuğa! Kapı kilitli filan da değil ha! İstese açar ama öyle bir korkuyor ki Yaman'ın tersinden, kapı mühürle kapatılmış gibi dokunmuyor bile... Kendini sevdirmek istiyor kadıncağız, tersleşmek de istemiyor ya... Öööyle kapı arkasında bekliyor yavrum...

İşte böyle... Zorlansanız da, çıldırsanız da gülümsemenizi sağlayan, size enerji veren o annelik yanınız hiç eksilmesin...

Bir takım bonibonluklar peşinde
 Sevgiyle...

İpek

1 Mayıs 2015 Cuma

Giden Bakıcının Ardından

Daha önceki yazımda da anlattığım gibi, bakıcımızın yalan söyleme alışkanlığı ve bazı alışıla gelmişin dışındaki hayat alışkanlıkları sonucu bir kaç kez yollarımızı ayırmayı düşünmüştüm ama bonibonlar kendisine çok alıştığı için, gidişinin ardından yaşayabileceğimiz sıkıntıları düşününce hep vazgeçmiştim. İşine son vermek yerine kendisiyle konuşarak düzelebileceğini ummuştum. Öyle olmadı.
Belki çok daha önce vermiş olmam gereken işten çıkarma kararını verdikten sonra o gözümde büyüyen kaçınılmaz son kucağıma düşüverdi; ayrılık sendromu.

İşten çıkartmaya karar verdiğimde, aslında ne bir bakıcı görüşmesi yapmıştım, ne aklımda bir bakıcı adayı vardı... Tek bildiğim bu kadını göndermem gerektiğiydi. Daha önce çok alıştıkları bakıcılarından ayrıldıklarında yaşadıklarımızı da düşünerek başımıza gelmesi muhtemel şeyleri düşünebiliyordum. Şimdi herhangi potansiyel bir ayrılık acısıyla mücadele etme ve bonibonları en az hasarla bu süreçten çekip kurtarma vaktiydi.


Acıklı, ağlak bir veda sahnesine izin verme! 
Bakıcımızı işten çıkardığım gün, aslında izin günüydü. Normal bir izin gününde olduğu gibi hazırlanmış evden çıkmak üzereyken bombayı patlatıverdim. "Maya, sen bu hafta 1 gün değil 4 gün izinlisin. Son yaşanılanlardan sonra sen bir kafanı topla düşün... Hatta istersen git iş bak. Ben de bu sırada çocuklarla yalnız kalmak istiyorum." dedim. Sonra da her izin gününde olduğu gibi bonibonları okula bırakırken onu da durağa bıraktım. Yolda giderken kendisini yalanlar söylemeye ajansının ittiğini, ikiz annesi olduğunu ve daha önce ikiz baktığını söylerse işi daha kolay alacağını düşündüğünü söyledi... (ah bu ajanslar zaten!!! Onlar ayrı hikaye) Öpüşme meselesini de yine inkar etti. Bonibonlar ablalarının izne çıkacağını ve ertesi gün döneceğini düşünerek sıradan bir "güle güleee" ile kendisini uğurladılar. Böylece, öyle film sahnesi gibi ağlak bir durum olmadı! Bu sahneyi de böylece çektik, oyuncuları evlerine ve okullarına gönderdik.


İki tatlı yaka iğnem ve zaptedilmiş ben

Gelecek sorular karşısında kıvırma, anlayacakları bir dilde ama doğrularla konuş!
Ertesi gün ablalarının dönmediğini anlayan bonibonlar kafalarında deli sorularla karşıma dikildiler.
"Nerde?"
"Maya kendi evinde... Tatil yapıyor. Kendi oğlunu da çok özlemiş o yüzden biraz onunla vakit geçirmek istedi."

"Neden?"
"Biliyorsunuz o bana yardımcı oluyordu size bakmak ve ev işleriyle ilgili... Onun da işi bu! Ama son zamanlarda bazı hatalar yanlışlar yaptı, bana yardım etmedi, bazı yalanlar söyledi... O yüzden kendi evine gönderdik. Tatil yapsın, kendine gelsin"

"Ne zaman gelecek?"
"Gelmeyebilir,  gelmek de zorunda değil zaten... Onun gerçek evi burası değildi biliyorsunuz. Herkes kendi evinde olur. Burası bizim ailemizin evi, o yüzden biz buradayız. Hep beraberiz! Ne şanslıyız değil mi?"

İnsanlara güvenlerini sarsma!
Çok sevdikleri bir insanın gidişinin ardından, çocuklar haliyle bir güvensizlik, bir hayal kırıklığı içine giriyorlar. İlk ayrılık acısını 2 yaşlarındayken 1 senelik çok sevdikleri ablaları gidince yaşamışlar ve uzun bir süre etkisini yaşamışlardı. Gece uykularından en az 5 kere "anneeeaa" diye çığlık çığlığa uyanıyorlar, beni bütün gece yanlarında istiyorlar ve benim de ablaları gibi gitmemden besbelli büyük bir korku yaşıyorlardı. Çok zor geçen o ilk deneyimimizde uzun bir süre iki büyük boy yaka iğnesi ile geziyor gibiydim. O zaman anlattıklarımı anlamaları yaşları itibariyle kolay değildi ama şu an 3,5 yaşındalar işimiz daha rahat. Ve işte o en can alıcı soru geldi:
"Neden gitti? Bizi sevmiyor muydu?"
"Sizi çok seviyordu, hala da çok seviyor... Ama kendi oğlunu çok özlemiş. O da bir anne ve benim sizi sevdiğim kadar çok o da oğlunu seviyor. Ama sizi de hep sevecek."

Geceleri hala çok sık uyanıp beni yanlarında istiyorlar ve
çareyi ikisini birden yanıma almakta bulabiliyorum bazen.
Onun hakkında konuşmalarına herhangi bir yasak koymadık, fotoğraflarına bakmak isterlerse bakmalarına izin verdim. Zaten çok kısa bir sürede adapte oldular ve hiç beklediğim gibi bir "Maya krizi" yaşamadık. 

Aile kavramını güçlendir, bağları pekiştir!
Biz evimizde çalışan bakıcı ve yardımcımıza kendi ailemizden gibi davranmayı tercih edenlerdeniz. Özellikle yatılı bakıcımızla, aynı evi sabah akşam paylaştığımız için bir süre sonra iyice ailenin bir parçası gibi oluyorlar haliyle. Fakat pedagogumuz bu süreçte çocukların gerçek aile kavramını da bilmelerinin zorluğu atlatmakta yardımcı olacağını söyledi. Biz de fırsattan istifade verdik coşkuyu aileye! Aile resimleri çizdik! Birbirimizi ne kadar sevdiğimizden daha da çok bahsettik. Birbirimize sahip olduğumuz için şükrettik! Nazikçe "anneniz babanız yanı başınızda duruyorken sizi bu kadar seviyorken, gidene ne üzüleceksiniz kuzucuklarım! Annenizi sevin! Kimseyi takmayın" dedim :)

Gelecekteki gelinime not: oğlumla arama girme gelin :) Benim yerim hep ayrı! Şaka yaptım şaka! Hadi uzatma da öp bakiim annenin elini!

Birebir geçirdiğin vakitleri artır, iç dünyasını dökmesine fırsat ver!
Bir süredir pedagog gözetiminde "oyun terapisi"ne devam ediyoruz. Pedagogumuz bu süreçte çocuklarla birebir vakit geçirmemin ve oyun oynamamızın öneminden bahsetti. Ben zaten çocuklarıyla fazlaca oyun oynayan bir anneyimdir, yani öyle sanıyordum. Fakat yanlış tarzda oyun oynuyormuşum.
 Ben de çoğu anne gibi oyuna fazlaca dahil oluyor, hatta oyunu kendim kuruyor, onları eğlendirmeyi hedefliyordum. Oyuncakları kendim önlerine koyuyor, konuşturmaları ve canlandırmaları yapıyor, onların da bana eşlik etmelerini bekliyordum.
Oysa, çocuğun önüne bütün oyuncak seçeneklerini sunmalı ve kendisinin seçim yapmasına izin vermeli ve oyun boyunca çocuğun önderlik etmesini, oyun kurmasını sağlamalıymışız. Aktif bir rol edinmektense, oyun boyunca pasif bir şekilde çocuğun izin verdiği ölçüde oyuna dahil olmalıymışız.
Annenin yapması gereken, çocuğun kurduğu oyunu izlemek ve oyun aracılığıyla çocuğun dışa vurduğu iç dünyasını okumak mış. Öyle geri planda kalmak hiç de kolay değilmiş bu arada, insan sürekli müdahale etmek istiyor ama ancak bu şekilde çocuğun iç dünyasında neler olduğunu görebiliyormuşuz.

Oyun oynarken, sadece çocuğun dünyasında neler olup bittiğine tanık olmakla kalmıyor, ayrıca çocuğun içindeki öfke, stres, endişe gibi düğümlerin dışa vurularak çözülmesini sağlanıyormuş.

Bakıcıdan ayrıldıktan sonra içlerinde hissettikleri güvensizlik, endişe ve korkuları kendi kurdukları oyunlar sayesinde özgür bırakmalarını izliyorum fırsat buldukça. Ve bunun gerçekten faydalı olduğunı görüyorum.

Yeni gelecek bakıcı ile mucizevi bir anlaşma bekleme!
Bakıcının gidişinden bir hafta kadar sonra yeni bir bakıcı bulduk. Tabii ki hemen kabul etmediler, hala da etmiyorlar çoğu zaman. Bir mucize de beklemiyordum zaten, bir anda pat diye hiç tanımadıkları bir insana teslim olmaları mümkün değil. Üstüne gitmemek ve sabırlı olmak en doğrusu.
Yeni bakıcı işe başladığında en az 1 hafta boyunca, çocuğun birebir ihtiyaçlarıyla sadece anne ilgilenmeli imiş...Tuvalet, banyo, uyku, yemek gibi. Biz de öyle yaptık, hala da o şekilde devam ediyoruz. Bakıcı ablamız ise onlarla sadece eğleniyor! Oyun oynuyor! Birlikte bolca gülüyolar. Bakıcı abla bonibonların güvenlerini kazandığında ben de üstümdeki yükleri biraz biraz devredeceğim inşallah. Şimdilik özellikle benim için bir hayli zorlayıcı bir süreç yaşıyoruz ama herşey giderek normale dönüyor, aradaki buzlar erimeye başladı bile!

Bakıcı seçimi de çok önemli tabi, yeni bakıcı ne kadar iyi olursa bu süreç de o kadar kolay geçiyor. Bakıcı seçiminin püf noktalarından da ayrıca bahsedeceğim :)

Sevgiyle...


İpek
Her zorluğuna rağmen, çifte evlat sevgisi ve ilgisi için ne kadar şükredilse az!

29 Nisan 2015 Çarşamba

Kiğılı ile 2015 Baharı

Bu sene bahar biraz nazlı davrandı, kendini çok özletti ama beklediğimize de değdi. Baharın gelmesiyle sadece ruh halimiz değil, gardroplarımız da renklenmeye başladı. Sezonu hakettiği gibi karşılayan, öncü erkek giyim markalarından Kigılı'dan çok güzel bir paket geldi geçtiğimiz günlerde.. "Baharı getiren anneler" diye başlayan çok da güzel bir not eşliğinde... Abdullah Kiğılı Exclusive Cut imzalı bu davetiye ve içindekiler bu baharda beylerin çok şık olacağının habercisiydi adeta.

Ardından çok zarif, her ayrıntısı düşünülmüş bir davet ile Kigili nin bahar koleksiyonu tanıtıldı. Sosyal medyadan da çoğumuzun takip ettiği gibi rengarenk, tiril tiril bir koleksiyon... Bir İzmirli olarak benim en çok hoşuma giden yeni koleksiyonun taşıdığı Ege esintisi oldu. Rahat ve sıcak detaylarda Ege havası hissediliyor. Rengarenk polo t-shirtleri ve baba-oğul takımlar özellikle favorim oldu.

Gezgin ruh koleksiyonuyla beyleri adeta Ege'de mavi yolculuğa çıkaracak Kiğılı, sahil kasabalarının huzur ve rahatını şehire taşıyor.
Kiğılı 2015 İlkbahar/Yaz koleksiyonunda Ege'nin mistik havasından, doğasından, renklerle barışık sokaklarından, tarihsel dokusundan ilham alınmış. Şehir hayarından doğaya kaçıiı anlatan koleksiyonda mavi, beyaz, bej ve yeşil tonlarının uyumunu görmek mümkün

Metropolden çıkıp Ege'nin sahillerine yol almak

Kiğılı bu sezonki koleksiyonuyla sizi balıkçı tekneleri, Ege evleri, tarihi birikimlerin arasında adeta bir gezintiye çıkartıyor. Capcanlı bir moda ile Ege denizlerine yelken açan Kiğılı yeni sezon koleksiyonu aynı zamanda zamanın vintage ve eskimiş yüzünü de günümüze taşıyor. Beyaz, mavi, turuncu ve yeşil renkler Ege bölgesinin marin ve sahil havasını günümüz şehir hayatına yansıtıyor. 70'lerin mikro desenleri, dikey-yatay çizgiler ve kullanılan kumaşların eşsiz dokunma hissi ve hafifliği de cezbedici ayrıntılar arasında.





Hafifletilmiş Pamuk ile Ofiste Rahat Şıklık
Günümüz metropol erkeği iş yaşamında toplantıdan toplantıya koşarken, stres altında çalışırken çoğu zaman takım elbise gömleğin içinde bunalıyor. İşte bu noktada Kiğılı beylere rahat bir nefes aldıracak tasarımlarla yardıma yetişiyor. Ağırlıklı olarak doğal elyafların kullanıldığı tasarımlar, pamukla hafifletilmiş gramajlarda işlenerek üzerinizde yokmuş hissi yaratıyor; baskı ve nakışlar ise şıklık vaad ediyor.

60'lar ve 70'lerin geometrik desenlerinin de unutulmadığı koleksiyonda, blok kompozisyonlardan oluşan desenler, siyah-saks mavi gibi renk bloklamaları ile çizgisel, ekose ve kareli desenler de dikkat çekiyor.

Klasik koleksiyonda ise detay işçiliğiyle zerafet ön plana çıkarılmış. Farklı kumaş kompozisyonlarında hazırlanan takım elbise, ceket ve pantolonlar erkek gardırobunun vazgeçilmezleri olacağa benziyor. Üretim ve tasarım kalitesinin rahatça görülebildiği kombinlerdeki zenginlik ve rahatlık ile Kiğılı sezona iddialı bir merhaba diyor.



23 Nisan 2015 Perşembe

BAKICI KABUSU

Çalışan çalışmayan, tek çocuklu çok çocuklu nerdeyse tüm annelerin ortak sorunlarından biri de bakıcı meselesidir herhalde.

Daha önce şu yazımda anlatmıştım bonibonlar neredeyse 2 yaşlarına gelirlerken 1,5 senelik Gürcü bakıcımız memleketine dönmüştü ve 2 haftada 6 bakıcı değiştirerek bu alandaki iddiamızı ortaya koymuştuk :) Her zaman şansına güvenen, iyi insanlara denk geldiği için şükreden bendeniz hızlandırılmış programda insan dünyasının türlü hinliklerine, yalanlarına ve üç kağıtlarına maruz kalmış, boyumun ölçüsünü almıştım. Ajans tarafından dolandırılmak olsun, "aman da hayallerimin işini buldum çok mutluyum" diye beyanatlardan bulunduktan 2 gün sonra "ben bu işi yapamam çok zor Allah size yardım etsin" diyerek çat diye gidenler olsun, "ben ikizlere hamileydim, düşürdüm ve uzun süre çocuklara karşı öfkemi yenmek için psikolojik tedavi gördüm" diyenlere kadar bir dolu insan görmüştüm. Tam artık kül yutmaz kıvama geldim diye düşünürken, 1,5 senelik bakıcımızdan ağır bir darbe yedim.

Bundan 1,5 sene önce evimizde yaşanan yoğun ve sancılı bakıcı trafiğinden sonra bonibonların psikolojisi bozulmuş pedagog ziyaretlerine başlamıştık. Artık yaptığım sayısız görüşmelerden beynim sulanmışken, Maya (gerçek ismiyle Mübarek Şaripova) çıkageldi bir akşam. Öyle etkileyici bir özgeçmiş ve profil sundu ki, donuk ve renksiz duruşuna rağmen "bir deneyelim bakalım" dedik ve başlattık.

Yardımcısız geçen uykusuz ve yorgun haftaların ardından, kendisinin de ikiz annesi olduğunu söyleyen hatta Beylerbeyi'nde bir yalıda 2 sene 2 yaşında ikiz bebeklere bakmış, Rusya'da psikoloji eğitimi görmüş üstüne askeri eğitim almış disiplinli ve deneyimli birinden daha uygun biri olabilir miydi?? Aranılan mükemmel profil bulunmuştu! Maya son derece hırslı ve istekli gözüküyordu. Ben daha leb demeden Çorum diyor, son hızla oradan oraya koşuyor, asla iş ayırt etmiyor, her konuda yardımcı oluyor, mantılar börekler açıyor, her yükümü sırtlanıyordu. Çok da çabuk öğreniyordu, konuşmasındaki tonlamalara vurgulamalara kadar benim konuştuğum gibi konuşmayı öğrenmiş, benim oynadığım tarzda oyunlar, anlattığım hikayeler, uyguladığım taktikler hepsini kavramış çocukları kendine bağlamayı başarmıştı.

Rusça şarkılar, sayı saymalar, renkler, kelimeler hepsi havalarda uçuyor, her gün ayrı bir şov yapılıyordu.

Herşey bu kadar şahane gidince, Maya işi bu denli sahiplenince ve benim yüküm bu denli hafifleyince, ben de bazı eksiklikleri, yanlışları alttan alıyordum. Dağınıklığı, abartmaları, telefonda konuşmaları, özel hayatıyla ilgili çelişkili ve kaçak cevaplarını önemsememeye çalışıyordum. Ona olan güvenim arttıkça çocuklarla yalnız vakit geçirmesine daha çok izin vermeye başlamıştım.


Geçtiğimiz yaz, yazlığa gittiğimizde işin rengi biraz değişmeye başladı. Maya'ya bir haller olmaya başladı. Yaz öncesinde tüm aksi ısrarlarıma karşın adeta yememe orucuna girşmiş ve kilo kaybetmişti zaten. Ben bile "nasıl bikini giyecem" sendromuna henüz girememişken o fazlasıyla bir heyecanlıydı. Nitekim yazın minicik etekleri ve şortlarıyla kumsallarda boy göstermeye başladığında iddiası yüzünden belliydi. Aman yanlış anlaşılmasın, ben asla ne giydiğine karışmam ama insanda bi duruş olur bi oturuş kalkış adabı olur... Anladınız siz :)

Sonra evdeki tablomuz şöyle oldu: sürekli elinde telefon whatsapp mesajlarıyla meşgul, çocuklarla oynamama bile izin vermeden her fırsatta yürüyüşe, denize taş atmaya çıkaran bir bakıcı ve ipleri elinden kaçırmış bir anne. Bir tuhaflıklar dönmeye başladığını hissettim. Bir defasında evden onları izlerken Eren, Yaman ve Maya'yı bir adamla mutlu mesut bir aile tablosunda deniz kenarında yürürken gördüm. "O adam kimdi" diye sorunca klasik manevralarla ve usta dönüşlerle dolu açıklamalarına maruz kaldım. Yok efendim ilk defa görmüşler, yok bisikletlerini taşımak için yardım etmiş, yok çocuklar çok sevmiş... Sonra ilk fırsatımda telefonunda whatsapp mesajlarını gördüm (hiç de utanmıyorum, özel hayatına saldırı gibi gözükse dahi, çocuklarımı emanet ettiğim kadının ne yaptığını bilmeliydim) 10 ayrı erkek ismi-hatta aralarında ismiyle dahi yazılamamış "güzel gözlü yakışıklı" gibi rumuzlarla tanımlanıvermiş insanlarla dolu bir liste ve "tuhaf" mesajlar gördüm. Basbaya samimiyette sınır tanımayan cinsten mesajlaşmalar.

Sonra bir gün, çocuklar öğle uykusunda biz de eşimle dışarıdayken, evdeki anneme tek kelime açıklama dahi yapmadan dışarı çıktığını öğrendim. Üstelik o sabah gördüğüm mesajlaşmalarında bir erkekle öğle vakti buluşmak üzere sözleştiğini görmüş fakat benim evde olmamam üzerine buna cesaret edemeyeceğini düşünmüştüm. Yanılmışım demek.  Derhal aradım "sen neredesin?" diye.... Vay efendim bir ajitasyonlar, yok "kızıma araba çarpmış"lar, yok "acil kontör alıp evi aramalıydım"lar...

Çektim karşıma açık açık mesajlarını gördüğümü, okuduğumu söyledim. İnkar etti, ağladı... Acındırdı kendini. Peşinde beğeneni çok ama kimseye yüz vermeyen namuslu, çalışkan ve mağdur kadın portresine büründü.

Ardından yine bir gün ben evde değilken ve yine çocuklar uyurken annemden izin alarak 15 dakika için yürüyüşe çıktığını öğrendim. Ertesi gün önüme çıkan mesajlarında ise o "yürüyüş"ün farklı bir faaliyet olduğunu anladım. Özel hayatıdır, izin gününde istediğini yapmakta özgürdür diye düşünüp bir nebze kendimi sakinleştirebilirdim ama iş gününde çocuklarımı bırakıp, evden kaçan Mart kedileri gibi bir tavır beni elbette deli etti! O anda kovmak yapılacak en doğru şeydi belki ama ben yine konuştum. Düzenimizi bozmak, çocuklarımı alıştıkları ablalarından ayırmak istemedim, korktum.

İstanbul'a döndüğümüzde, düzeldi. Mesajlaşmalar telefon görüşmeleri devam ediyordu elbet ama rahatsız edici boyutta değildi. Fakat bu sefer de yerini garantilediğini düşünerek olsa gerek, çok bir anne rolü takınır oldu. Ben çocuklarımla oynuyorken müdahale etmeler, "hayır"lar "yapma"lar! Beni hiçe saymalar... Sabrım tükenmeye başlamıştı iyice.

Derken, Yaman'dan da Eren'den de ayrı ayrı "dil dile öpüşmek" deyimini duyunca olay koptu. Maya'nın izinde olduğu bir gün Yaman ile benim yatağımda yorganın altında gülüşüp komiklikler yapıyorduk. Ben çocuklarını dudaklarından fazla öpen bir anne değilimdir, genelde yanak burun göbek ısıran yutan annelerdenim. Fakat bir anda dudak öpücüklerine boğuluverdim, ardından "anne hadi şimdi dil dile öpüşelim" dedi Yaman. Bu deyimi daha önce de duymuştum ama üstünde durabileceğim bir ortam ve zaman değildi. Şimdi böyle bir anda, yorganın altında komiklikler yaparken böyle bir deyim ve bu davranışlar nereden esmişti?

"Sana kim öğretti bunu" dedim. "Maya bizi böyle dil dile öpüyor anne" dedi. Dünya başıma yıkıldı. Yurtdışındaki eşimi aradım. O döndüğünde Maya ile konuşmaya karar verdik. Daha sonra Eren de "Maya bizi böyle öpüyor" dedikten sonra emin oldum, bir tuhaflıklar olmuştu.

Maya tabii inkar etti. Yalan söylüyorlar dedi. Evet arada yalan söylüyorlar, "okulda ıspanak yedik, uyuduk" gibi yalanlar. Ama hiç bilmediği kelimeleri deyimleri kullanmıyorlar. Neden saç saça, diz dize, burun buruna demedi de "dil dile" dedi bu çocuklar?! Öğrenebilecekleri herhangi bir ortam, durum vs de oluşmamışken üstelik. Olay çocuk tacizinin sınırlarına doğru ilerlemeye başlayınca film koptu.

Ve işine son verdik. O gittikten sonra daha bir dolu hikayesini de öğrendik. 1,5 sene önce görüşmede bakıcımız olarak işe aldığımız ikiz annesi, eski ikiz bakıcısı, çocuklarının ekmeği için çalışan namuslu çalışkan kadını; açığa çıkan gerçek kimliğiyle gönderdik; tek çocuk annesi, daha önce çalıştığı evde 16 yaşında ikiz gençlere yemek yapan, aklı fikri işinden ziyade eğlencesinde, ahlaksız, çocuk tacizine bile yeltenebilecek bir kadın.

O gittikten sonra bonibonlara konuyu nasıl anlattığımız, neler yaşadığımız da ayrı bir yazı konusu olsun... Ama şurası bir gerçek ki, evimize aldığımız çocuklarımızı emanet ettiğimiz kadınları kamera sistemi, telefon vs her türlü olanakla çok çok yakından takip etmeliyiz.


Sevgiyle


Ipek

21 Nisan 2015 Salı

TRANSFER SONRASI BEKLEME DÖNEMİ ve SONUÇ

İlk tedavide transfer sonrası neredeyse hiç hareket etmeden, merdiven çıkarken her basamakta durup dinlenerek, fazla hareket etmeden geçirmiştim gebelik testine kadar. Fakat bu defa çok daha rahattım. Arada televizyon karşısında yatıp keyif de yapıyordum tabii ama kendimi eve hapsetmedim.

Transferden sonraki gün
televizyon karşısı koltuk keyfi
Normal hayatıma devam ettim. Zaten tutunacaksa, tutunacaklar diye düşünerek, pozitif olmaya çalışarak, keyifle ve gezerek geçirdim günlerimi.

Transferden sonraki 3. gün regl sancılarına benzer ağrılarım oldu. Çok korktum. Regl olduğumu ve bu maceranın da sona erdiğini düşündüm. Kasıklarım, karnım çok ağrıyordu. Teyzem bacaklarımı ovaladı, masaj yaptı ve beni yatıştırdı sağolsun. Regl de olmadığımı görünce bu ağrıların pozitif bir işaret olduğuna, bebeklerin tutunma sancısı olduğuna yordum.


Transferden sonraki 10. gün ise arar ara karnıma hafif ağrılar giriyordu ve kasılmalar oluyordu. 12. günü bekleyemeden, test yapılması için merkeze gittim.
10. gün sabah erkenden eşimle birlikte merkeze gittik. Kan verdim. Sonra sonucu beklerken güzel bir kahvaltı ettik. Heyecan doruktaydı. Sonucu bildirmek üzere merkezden telefon etmeleri gerekiyordu ama beklediğimiz telefon bir türlü gelmeyince biz de kalktık merkeze geri gittik. Öyle heyecanlıydık ki bir müddet kapının önünde kalakaldık, giremedik içeriye. Eşimi ilk defa bu denli heyecanlı görmüştüm. Danışmadaki kız beni görünce önündeki deftere aldığı notu eliyle kapatarak "ayy İpek hanım aradım sizi ama..."dedi. Bir an negatif bir sonuç gelecek gibi hissettim. Ama bir yanım da pozitif olduğundan çok emindi. Sonra kağıtta ismimin altına yazılan rakamı gördüm: 522
Bu kanımdaki gebelik hormonu sonucuydu. Pozitifti!!!! Hamileydim!!! Sevinçten ağlamaya başladım, danışmadaki kızcağızın yüzüne bakarak. Ama öyle nazik, hanım hanım, uslu uslu, parmaklarla göz yaşların silindiği zarif ağlamalardan değil, bildiğin katıla katıla katıla, bağırarak ağlamaya başladım herkesin içinde. Gayet çirkin :) Fakat son derece güzel bir coşkuyla :) Danışman kızın yüzündeki şaşkın dehşet ifadesini unutamam! Eşim de ağlıyordu ama sanırım beni sakinleştirmek ve huzuru bozmamam için beni arabaya paketledi :)

Doktorumu aradım, sonucun çok yüksek olduğunu ve muhtemelen iki embriyonun da tuttuğunu söyledi. O sevincimi anlatmam mümkün değil. İlk 3 ay kimseye söylememeyi planlıyordum ama içimde tutabileceğim cinsten bir mutluluk değildi o, tüm dünyaya ilan edesim vardı. HAMİLEYDİMMMM!!!! Boni de bon da benimleydi! Bonibonlarıma hamileydim!

Dilerim, isteyen herkes bu duyguyu, annelik heyecanını tüm güzelliğiyle, sağlıkla yaşasın!

Sevgiyle İpek






BLASTOSİST TRANSFERİ

Transferden hemen önce
Blastosist döllenen, bölünmeye başlayan ve 5 gün boyunca laboratuar ortamında gelişimi gözlenen embriyolara deniyor. Blastosist dönemine ulaşmış olan embriyolar, gelişimlerinde daha ileri bir aşamaya eriştiği için rahme tutunma şanslarının dolayısıyla gebelik şansının da daha fazla olduğu belirtiliyor. Çok şükür 5 gün sonuna sağlıkla ulaşan embriyolarım olmuştu. Ve blastosist transferi yapılabilecekti.





5 günün sonunda eşim ve teyzemle beraber tüp bebek merkezine gittik. Tedavinin son aşamasına büyük kavuşmaya sıra gelmişti. İkizlerim olmasını çok istiyordum, doktorum 2 embriyo transferi yapılmasını kabul etti. Transfer işlemi çok kolay bir işlem, tek sorun abdominal ultrason yardımıyla embriyoların rahim içine yerleştirilmesi görüntüleneceği için idrar torbasının dolu olması gerekiyor ve bu biraz zorlayıcı olabiliyor. Bol bol su içip sedyeye yattım, şişmiş karnınız üzerine sıkışmış haldeyken ultrason aletinin bastırılması biraz işkence de olsa dayanilamayacak cinsten değil ve herhangi bir anestezi gerekmiyor.

Transferden 45 dakika
sonra ayağa kalktım
5 gün beklemiş embriyolar arasından en kaliteli iki tanesi seçilmişti. Uzun bir kamışa benzer tüpten kayarak rahmime bırakıldılar. Doktorum bu işlemi yaparken ben de yanımdaki monitörden izleyebiliyordum. İki tane yuvarlak embriyonun yerleşmesini gördüm. Monitörde gördüğüm iki tontiş yuvarlak bana bonibonları hatırlattı. O anda bonibonlarımın geldiğini hissetmiştim. O günden sonra artık embriyolardan birinin adı boni, diğerinin adı ise bon'du benim için. İşte bonibonlar adı da bu şekilde hayatıma girmiş oldu. Transferden sonra sedye ile odama götürülürken ellerim karnımın üstünde bonibonlarımın benimle kalmaları için bildiğim bütün duaları sayıklıyordum. Normalde, transfer sonrası en az 45 dakika yerinizden kalkmamanızı tavsiye ediyorlar. İlk transferim sonrası neredeyse 1,5 saat nefes bile almaya korkarak yatmıştım. Tuvalete bile gidememiştim.


Fakat bu defa çok daha rahattım. Sadece 45 dakika yattım, sonrasında ise kalktım, giyindim ve evime gittim.
Şimdi umutla beklemekten başka yapabileceğim bir şey kalmamıştı.

16 Nisan 2015 Perşembe

İKİNCİ TÜP BEBEK TEDAVİMİZ ve OPU (Yumurta Toplama İşlemi)

İyice dinlenip hazır olduğumu hissettiğimde yeni bir doktor arayışına girdim. Çok sevdiğim komşum Berna Laçin ile dertleşirken kendisi bana bir doktor duyduğunu aslında çok da tanımadığını ama belki bir gidip fikir almamda fayda olabileceğini söyledi. Sihirli bir andı sanki... Çok da kesin bir referans alamamış olmama rağmen kesinlikle bu doktorla gidip tanışmam gerektiğini hissettim ve hemen bir randevu aldım.

Muayene ardından yaptığımız görüşmede, Doktor Bey getirdiğim tahlillerime de bakarak herhangi bir problemim olmadığını ve hatta illa tüp bebek tedavisi ile değil yumurta takibi ile de sonuca ulaşabileceğimizi söyledi. Ama bende tekrar bekleyecek hal yoktu ve daha emin bir yola adım atmaya fazlasıyla hazırdım. "Hemen tedaviye başlayalım" dedim :) Motivasyonum doktoru bile şaşırtmıştı!

Doktorum, ilk tedavide uygulanan uzun protokoldense, 35 yaşın altında olduğum için ve yumurta rezervimde herhangi bir problem görülmediği için kısa protokolün bana daha uygun olabileceğini anlattı. İlk tedavimde uzun protokol uygulanmıştı ve tüm süreç yaklaşık 45 gün sürmüştü. İlk 30 gün ön hazırlık olarak çeşitli ilaçlar kullanmıştım, sonrasında ise yeni adet dönemine kadarki 10 gün içerisinde ise yumurtalıkların uyarılmasına yönelik ilaçlar yapılmıştı. Bu defa uygulanması planlanan kısa protokolde ise ön hazırlık dönemi olmaksızın direkt yumurtalıkların uyarılması safhasına geçilecekti. Adından da anlaşılacağı gibi bu protokol daha kısa zaman alıyordu ve 18 gün içerisinde ilaç alımı tamamlanıyor ve yumurta toplama aşamasına geçiliyordu. Kısa sürede sonuca ulaşma ümidi beni daha da mutlu etmişti :)

Doktorumun yönlendirmesiyle, tedaviye başlamadan önceki 1 ay boyunca doğum kontrol hapı kullandım. Bu, polikistik over hastası olduğum ve kistlerimi küçültmemiz için gerekli bir müdahaleydi. Ayrıca, daha önce hiç bir doktor tarafından bana polikistik over tanısı konulmamış olması da ayrı bir muammaydı da onu şimdi karıştırmıyorum.

Bu 1 aylık süreçte, uzun bir süre yurt dışı seyahati yapamayacağımı hissetmişim gibi, eşimle kendimize güzel bir seyahat planı da yaptık. Seyahat tarihimizi de nasıl isabetli planlamışsak, döndüğümüz gün (yani reglden sonraki 3.gün) iğnelere başladık. Tedavinin sonunda ümit ettiğim sonuç beni öyle mutlu ediyordu ki, iğne görünce kendinden geçen ben, her gün aynı saatte kendi kendime 2 iğne yapabilecek kadar gözümü karartabiliyordum. Her yaptığım iğnede gözlerimi sıkı sıkı kapatıp kendimi kucağımda bebekle hayal ediyordum.



OPU öncesi
 İğneler yardımıyla gelişen yumurtalar ise laboratuarda spermlerle buluşturulmak üzere toplanacaktı. Bu yumurta toplama işlemi tarihini, tedavinin başında doktorumuzla kararlaştırırken, o tarihlerde eşimin çok önemli bir seyahati olduğunu ve asla tarihi değiştiremeyeceğini öğrendik. Oysa hastanede yumurta toplama işlemi bana yapılırken, eşimden de sperm örneği alınması gerekiyordu. Fakat eşimin toplantısı nedeniyle, sperm örneklerinin OPU'dan daha önce bir tarihte alınıp dondurulması gerekiyordu. Yani önce spermler alınacak, dondurulacak ve yumurtalarla buluşmayı bekleyeceklerdi. Düşününce çok tuhaf ve komik bir durum. Yumurtalarım aradaki buzları eritir diye dua ediyordum :)) Dondurma işleminin sperm kalitesine herhangi bir zararı olmayacağına ikna olduktan sonra bu şekilde ilerlemeyi kabul ettik.
Bu tedaviyi çok fazla heyecanlanmasınlar, bir beklenti içerisine girip beni de strese sokmasınlar diye kimseyle paylaşamama kararı almıştım. O yüzden İzmir'de yaşayan annem, babam ve akrabalarımdan kimseye de söylememiştim. Fakat eşim de o tarihte yurt dışında olacağı için ve yumurta toplama işlemi genel anestezi altında yapılacağı için bana refakat edecek biri olmalıydı. Anne yarısı teyzem İzmir'den yardımıma yetişti.

Yumurta toplamı işlemi sonrası anesteziden ayılıp
23 yumurta toplandığını öğrenince ben

31 iğnenin ardından, yumurtalarımın geliştiğini herhangi bir ultrason muayenesi olmadan dahi anlayabilecek durumdaydım. Karnım öyle şişti ki adeta su dolu gibi hissediyordum. Öyle ki yürürken ya da otururken bile zorlanıyordum. Yumurta toplama işlemi çok kısa süren ve hafif bir genel anestezi ile yapılan bir işlem. Rahatlıkla halloldu. Hastane odasında gözlerimi açtığımda tam 23 yumurta toplandığını öğrendim. Hepsi de olgundu! Hele ilk tedavide toplanan 9 yumurtanın yanında bu rakam beni çok çok mutlu etmişti.



Şimdi ise, benden toplanan yumurtalar eşimin spermleriyle laboratuar ortamında birleştirilecek ve ertesi gün kaç yumurta döllendiğini, yumurtaların kalitesi ne olduğunu doktorum bana telefon ederek söyleyecekti. Ah o telefonu beklemek!! Ne heyecan! Ne stres! O gece herşeyin yolunda gitmesi için ne dualar ettim!Benim vücudum dışında, doktorların ve laborantların müdahalesiyle ve Allah'ın izniyle benden ve eşimden parçalar birleştirilecek ve bir can tohumu oluşturulacaktı. Büyülü bir olay değil mi?
İlk tedavimiz sonrası doktorumuz telefonda "hiç bir yumurtanın döllenmediğini" söylemesiyle dünyamın başıma yıkılmasının acısı henüz çok tazeydi. O yüzden ertesi gün telefon her çaldığında aynı kalp çarpıntısıyla zıplıyordum. Neyse ki bu defa doktorumun sesi çok neşeliydi. Toplanan 23 yumurtanın 17'si döllenmişti ve kaliteleri çok iyi gözüküyordu, hatta 5. gün transferi yani blastosist transferi yapılabilecekti. Sevinçten havalara uçtuk tabii :)

12 Nisan 2015 Pazar

NEGATİF SONUÇ SONRASI NEKAHAT DÖNEMİ VE TAVSİYELER

İlk tüp bebek deneyimimiz başarısızlıkla sonuçlandı. Bunu böyle yazılı halde görünce daha bir içime oturuyor sanki... Öyle inandırmıştım ki kendimi. Hamilelik testi sonucunu aldıktan sonra hiçbir teselli cümlesine, olasılık yüzdelerine, şapşal matematik hesaplarına hazırlamamıştım kendimi! Gençtim, ciddi bir sorunum bile yoktu, doktorum bana öyle bir gaz vermişti ki sonucun negatif olmasını beklememiştim hiç. Elbet endişelerim olmuştu, karamsarlığa da düşmüştüm belki ama...Öyle kötü sonucu çağıracak kadar da değil. Doktorumun "İpekçim, hamilelik hormonun yüzde 0, hiç bir değer yok" kelimelerini yanyana sıralama acımasızlığında bulunmasıyla kulaklarım çınlayarak göğsüm sıkışarak evime postalanmıştım. O çaresizlik, o ezilmişlik... Yaşayan bilir, anlatması kolay değil.

Karamsarlığı, korkuyu dibine kadar yaşayan bir insan olsam da, Allahtan çok uzatan bir insan değilimdir. Nitekim yine çabuk toparladım. Kendime döndüm, okudum okudum... İngilizce, Türkçe, Fransızca ne makale ne yorum varsa okudum. Ne iyi gelir, ne yapmak lazım... Önce ihtiyacım olan gücü içimde bulmaya karar verdim. İyileşme ve güç toplama döneminde bana iyi gelen bir kaç öneriyi paylaşmak istiyorum. Bunlar elbette herkeste aynı etkiyi göstermeyebilir, sonuçta genel geçer bir doğruluğu yok belki. Ama bende çok işe yaradığına inanıyorum.

  • MEDİTASYONa başladım. Çok da iyi geldi. İçimde dört nala koşan sabırsız at sürüsünü dizginledim. Youtube'dan "chakra meditation", "fertility meditation" (doğurganlık meditasyonu) anahtar kelimeleriyle bir dolu meditasyon buldum. Sabah uyanınca, akşam yatarken ve kalbim sıkıştığı her anda açtım onları dinledim. Kafamı boşalttım. Evrende var olduğuna inandığım iyileştirici bir enerji tarafından iliklerime kadar şifalandırılmaya niyet ettim. Bazılarına tuhaf gelebilir ama ben etkisine çok inandım. İlgilenenler için tavsiye edebileceğim bir kaç videoyu paylaşıyorum. Bunlar da var.

  • NEFES EGZERSİZLERİni keşfettim. Doğru nefes alarak vücuttaki tüm hücrelerin ihtiyaç duydukları oksijene en doğru şekilde ulaştıklarında tüm bünyemizin çok daha sağlıklı çalıştığını öğrendim. Doğru nefes teknikleriyle kısırlık, kanser ve çeşitli hastalıkların dahi önüne geçilebileceğini gördüm. Çoğunuzun instagram'dan "melinasmom" ismiyle tanıdığınız Merve Öztürk'ün de çilekli dondurması Melina'ya kavuşma yolunda yaşadıklarını blogundan  okuyabilir dahası aldığı nefes eğitim sertifikaları sonucu edindiği öğrenim ve tecrübelerinden melinasmom4@gmail.com mail adresine mail atarak yararlanabilirsiniz.

  • DÜŞÜNCE GÜCÜ ile İyileşme üzerine bolca kitap okudum. Özellikle Louise Hay'in Düşünce Gücüyle Tedavi başta olmak üzere diğer kitaplarını başucu kitabım yaptım. Deepak Chopra'nın ve Osho'nun kitaplarını okudum. Hepsi sayesinde ruhumun genişlediğini, içimin ferahladığını hissettim. Tedavi süresince en önemli şeyin düşünce gücü olduğuna ve bu sayede başarıyı elde edeceğime yürekten inandım. Sağlık ve iyileşme ile ilgili olumlamaları sürekli zihnimden geçirdim. Bu sayede bilinçaltımı sağlıklı olduğu yönünde kodladım ve bedenimin bu süreci başaracağına olan inancımı kazandım. Güçlendim, inandım...


  • Bazı BESLENME KÜRLERİ uyguladım.
her sabah bir minik bardak
buğday çimi
BUĞDAY ÇİMİni keşfettim. Yapılan araştırmalarda kısırlık üzerine ciddi bir etkisi olduğunu ve doğurganlığı artırdığını okudum. Ayrıca, tüm vücudun yenilenmesi ve sağlık üzerine çok önemli faydaları olduğunu öğrendim. Hemen sipariş verdim. Evimde kendi buğday çimimi yetiştirdim :) Tohumları ektim, suladım, bekledim, kestim... Her sabah suyunu sıktım ve bir bardak içtim. Saymakla bitmeyen faydaları olan, güneş enerjisinin konsantre hali olarak anılan bu mucizevi besinle ilgili daha geniş bilgiye buradan ulaşabilir ve sipariş verebilirsiniz.

BAL+TARÇIN+ÇÖREKOTU+POLEN karışımının doğurganlık üzerine olumlu etkileri olduğunu öğrendim. Zaten bal, arı sütü ve polen'in oluşumuna, dokusuna, görüntüsüne bile her zaman hayrandım ve bal ürünlerine her zaman mücevher muamelesi yapardım :) Doğruca, güvendiğim bir balcıya gittim. İstinyePark Alışveriş Merkezi'ndeki  Ballıbağ Mağazası ve şimdi adını hatırlayamadığım ama İzmir Alsancak Reyhan Pastanesi karşısındaki Garanti Bankası'nın yanındaki taksi durağının orada bulunan bal satan küçük dükkana bolca uğramışımdır. Her sabah birer çay kaşığı bal+polen+tane çörekotu+tarçın karışımını aç karnına aldım.


Ve bunların yanı sıra her zaman olumlu ve mutlu olmayı, her anım için bolca şükretmeyi alışkanlık haline getirdim. Bebeğim olmasa dahi kendimle ve eşimle çok mutlu olduğumuzu, anne olamamanın dünyanın sonu olmadığını kabul ettim. Korktuğum düşüncelerle barıştım. Her şeyin hayırlısını diledim :)

O dönemki ruh halimi tam anlamıyla yansıttığı için çok sevdiğim bir fotoğrafım :)


İki tedavim arasındaki bu nekahat dönemi bana çok şey kazandırdı. Hayatın bana sürprizlerine hazırlandım, kendimi yeniden keşfettim.

Hayat hiçbir zaman umutsuzluğa düşülmeyecek kadar güzel... Anladım ki her ne oluyorsa, her ne yaşanıyorsa herşey bizim hayrımıza yaşanıyor. Aslında, yaşanan şey o anda dünyanın sonu gibi gözükse dahi şükretmek gerekiyor...

Sevgiyle...

İpek









3 Mart 2015 Salı

İLK TÜP BEBEK DENEMEMİZ - NEGATİF

2010 yılının Ekim ayında, tüp bebek tedavisi konusunda bir hayli başarılı kabul edilen doktorumuzla konuştuk ve 1,5 senelik denemelerimiz sonucunda yüzümüzü güldüren bir sonuç alamadığımız için tedaviye başlamaya karar verdik. Doktoruma çok güvendiğim için ve internette sinirimi bozup aklımı karıştıracak bir sürü bilgi arasında boğulmamak adına fazla bir araştırma yapmadım. Doktorum neyi, nasıl derse o şekilde ilerleyecektim.

Daha önceki muayenelerim sırasında da, tedaviye karar verdiğimizde de doktorumuzun bize söylediği "regl olduktan 21 gün sonra tedaviye başlayacağımız" şeklindeydi. Doktorum periyodumun ilk gününde kendisini aramamı ve 21 gün sonra kontrole gidip ilaçlara başlayacağımı söylemişti. Ben de öyle yaptım. 29 Ekim 2010 tarihinde doktorumu aradım. Aynı şekilde "21 gün sonra" muayenehaneye gelmemi söyleyince teyitleşip telefonu kapattık. Ancak, hemen sonra kendisi beni tekrar aradı "İpekçim, ben tarihi yanlış hesaplamışım, sen hemen yarın gel bana" dedi.

Şaşırdık tabii ama sorgulamadan kabul ettik. Ertesi gün 30 Ekim cumartesi günü idi. Hastaneye gittiğimizde doktorumuz yoktu bile. Kendisine telefonla ulaştık. Danışmada duran görevli tarafından ilaçlarımız verildi ve doktorumuz tarafından telefonda hemen ilaçları almam söylendi. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Ama o kadar da hevesli ve heyecanlıydım ki doktor ne derse sürüklenmeye hazırdım. Hemen bir hemşirenin yardımıyla oracıkta karnıma ilk iğnelerim yapılıverdi. Pat iğneler, ilaçlar, şipşak açıklamalarla küt diye tedaviye başlamış olduk. Hemşirenin ayaküstü anlatmasıyla iğnelerin nasıl yapıldığını öğrenmeye çalıştık. Her gün aynı saatte evimin yakınındaki bir polikliniğe giderek karnıma 2 ayrı iğne yaptırıyordum. Benim gibi iğne fobisi olan biri için oldukça korkutucu gibi gözükse de, bir kaç kere gidip bir hemşireye yaptırdığım iğnelerimi, artık kendi başıma yapabilir hale gelmiştim. İğneleri her vurduğumda kucağımda bebeğimi tuttuğumu hayal ediyordum bu da bana güç veriyordu. Düzenli olarak da doktoruma muayeneye gidiyor ve yumurtaların gelişimini gözlemliyorduk.

15 gün boyunca her gün iğneleri yaptım. Gün aşırı doktor kontrolüne gittim. Her kontrolde doktorum herşeyin süper olduğunu söyleyerek beni yüreklendiriyordu. Moralim şahaneydi!!
En sonunda yumurtaların yeterince büyüdüğünü görünce, yumurta toplama aşamasına geldik.
Yumurta Toplama (OPU) Hafif bir genel anestezi ile uyutuldum ve 15 gün boyunca yapılan iğnelerle gelişen yumurtalarım toplandı. Gözlerimi açtığımda, 9 yumurta toplandığı söylendi ki bu beklenenden çok daha azdı.
Artık toplanan yumurtalar laboratuvar ortamında seçilen spermlerle birleştirilecek ve yumurtaların döllenmesi beklenecekti. Çok az da olsa yumurtaların döllenmeme olasılığından haberdardım. O yüzden heyecanla bekledim.
Ertesi gün beklediğim telefon geldi, doktorumun sesi şaşkın, üzgün ve endişeliydi. "İpekçim, 20 yıllık meslek hayatımda ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorum. Ne yazık ki toplanan 9 yumurtadan hiçbiri döllenmedi.... 40 yaşındaki hastalarda bile nadir görünen bu durum senin gibi 29 yaşında birinde nasıl oluyor biz bile anlayamadık çok üzgünüz" dedi.
 Zaten evham delisi, hastalık hastası olan bir insan güvendiği doktor tarafından böyle cümlelere maruz kalırsa neler olun bir hayal edin! Anksiyete krizine girdim... Bir sürü soru ve endişe içindeydim. Neden benim başıma gelmişti, hiçbiri bile mi döllenmemişti, böylesine tecrübeli bir doktorun dahi çözemediği bir vaka mı olmuştum, bende başka bir sorun mu vardı, neyim vardı, ne oluyordu!?!?!?!?!?!?! Şimdi salim kafa ile düşününce, doktorun çok talihsiz bir açıklama yaptığını ve hasta psikolojisini hiçe saydığını düşünüyorum. Beni sakinleştirmeleri hiç kolay olmadı. Benim çok tepki gösterdiğimi görünce, laborant doktor da aradı.
Normalde, yumurta toplama işleminden sonra yumurta spermlerle buluşturulur ve bu işlemden 48-72 saat sonrasında da yumurtada hücre bölünmesi gerçekleşmesi beklenirmiş. 2-4-8 hücreye bölünen embriyolar ise sonrasında anne rahmine transfer edilirmiş. Ancak, benim yumurtalarımın hiçbiri döllenmemiş ve bölünme gerçekleşmemişti.
Fakat, hiç beklenmeyen bir şey oldu... Toplama işleminden 3 gün sonra, doktorum bizi yeniden aradı ve "müjde İpek müjde! Çabuk hazırlan ve hastaneye gel! Bir yumurta 9'a bölünmüş. Hemen rahme transferini yapmalıyız" dedi. Biz "o yumurta nasıl birdenbire bölünmeye karar verdi, nasıl 9'a bölünüyor, tek sayıya bölünmesi normal mi? gibi soruları hiç aklımıza bile getirmeden, uçarak hastaneye gittik.

Embriyo transfer işlemi yapıldı. Bir ucu rahimde olan uzun, ince bir tüp aracılığıyla 9'a bölünmüş embriyo, yerleşmesini ümit ettiğimiz rahmime doğru bırakıldı.

Transferden sonra o kadar dikkatliydim ki. Hamilelik testimin yapılacağı güne kadar yani 10 gün boyunca sadece yattım. Elim karnımda, dualar ederek, bırakılan embriyonun tutunmasını dileyerek, nefes almaya korkarcasına yattım!! 10 gün sonra testi yaptık. Sonuç negatifti. Dünyam yıkılmışa döndüm. Gerçekten zor bir psikoloji içine girdim. Doktorumuz yeni bir tedavi protokolüne başlayacağımızı ve bebeğimizi kucağımıza alacağımızı söylüyordu. Ağzından çıkan yüzdeler, rakamlar, şanslar, olasılıklar... hepsi rüzgar gibi kulağımda uğulduyordu. Tek bildiğim o an %100 yıkılmış hissettiğim ve eksik olduğumdu.

Sonrasında biraz araştırma yapınca ve farklı doktorlara da gidince aslında yanlış tedavi uygulandığını öğrendik. Tüp bebek tedavisinde uygulanan 2 ayrı tedavi protokolü varmış:
- Uzun Protokol
- Kısa Protokol

Uzun Protokol, genelde regl başladıktan 21 gün sonra ilaç tedavisine başlanan, daha uzun süren ve daha çok iğne yapılması gereken, genelde 35 yaş altı yumurtalık rezervi çok olan hastalara tercih edilen tedavi şekliymiş.
Kısa Protokol ise, daha ziyade 35 yaş üstü olan ve yumurtalık rezervi az olan kadınlara uygulanan bir tedavi şekliymiş. Daha kısa süreli ve daha az ilaç almayı gerektiren bir alternatifmiş.

Sonradan anladım ki, doktorum bana en başında uzun protokol uygulamayı planlamış, sonra bir anda fikrini değiştirerek kısa protokole karar vermişti. Oysa ben uzun protokole uygun bir adaydım. Yani sadece 29 yaşındaydım ve yumurtalık rezervimde hiç problemim yoktu. Fakat uzun protokolde, adet başlangıcından 21 gün sonra muayeneye gidip ilaç iğne tedavisine başlamam gerekiyordu ve sonradan farkettim ki, o 21 gün sonra "bayram tatiline" denk geliyordu. Yani, büyük bir ihtimalle; doktorum tatil programını bölmemek adına, bir an önce olsun bitsin diyerek beni, aslında bana hiç uygun olmayan bir tedaviye sürüklemişti. Ayrıca, ben çok yaygara kopardığımdan mıdır nedendir bilmem, tek bir sayı olan 9'a bölünmesiyle zaten son derece sağlıksız olduğu aşikar bir embriyonun transferi yapılmıştı. Sonucun negatif olacağı belki de başından belliydi.

Kısaca, doktorumun tatili değil ama benim hayallerim altüst olmuştu...